ÇOCUĞUN
NAMAZ EĞİTİMİ İLE İLGİLİ
BİR HADİS TAHLîLİNİN TAHLîLİ
Marife,
yıl. 3, sayı. 2, güz 2003, ss. 29-58.
Namaz,
sancıma ilaç, yanık yerime merhem;
Onsuz,
ebedî hayat benim olsa, istemem!
Necip Fazıl Kısakürek
ANALYSIS
OF THE ANALYSIS ON A HADITH
CONCERNING CHILD’S RITUAL PRAYER EDUCATION
CONCERNING CHILD’S RITUAL PRAYER EDUCATION
In this paper it
is aimed at evaluating, in a critical point of view, the article “A hadith (the
prophetic saying) used in religious education of child and it’s analysis”
published by the previous volumes of “Marife” (Year: 2, Vol: 2, Autumn 2002,
pp. 53-79) under the name of Mustafa Ertürk; and intended to explore the hadith
“Do order your children praying (salat) when they are seven years of age, in
their tenth (if they do not pray) beat them...” anew and more carefully in
terms of isnad (chain of narrators) and matn (content of hadith’s text). The
author of the article mentioned above drew the conclusion that the hadith in
question stands in contradiction to the Prophet’s words and deeds (Sunnah) and
has been forged in the name of Prophet therefore it is not genuine/authentic
narration (Sahih) unlike the claim of certain scholars. However, this study
given below, attempts to show, in the light of legal opinions of jurists and
traditionists within six islamic school, that the hadith is both in essence a
“sahih” narration having sound isnads technically verifying each other and
conforms with “amal” (historical facts and practices) which accompanied with
it; in addition, that the message given by the hadith is not unreconcilable
with contemporary methods of Education on the contrary to claimed one.
İçinden geçerken fikrî sancılarımızı, ilmî
kaygılarımızı da hamuruna karıştırdığımız, hatta onları mayalaştırarak
kabarttıkça kabarttığımız; “zor zaman” denilebilecek çalkantılı ve buhranlı bir
süreci yaşıyoruz. Kur’an ve Sünnet, bu sürece dinî düşüncenin etkisiyle müdahil
olan ve platforma hakem olarak taşınan iki önemli uyarıcı.
Uyarıcıların “tedkik” aşamasında doğru okunması ve
anlaşılması kadar, “takdim” tarzına da ayrı bir özen ve dikkat gerekiyor. Ancak
tam da bu noktada bazen, sosyal yapı ve mevcut konjonktür araya girerek yoruma
el koyuyor; sunuma biçim vererek hüküm yetkisine ortak oluyor. Bir bilinç
sekmesi, sayısız testten başarıyla geçerek kalıplaşmış “klasik usûl”ü; değişim
anaforunda oradan oraya savrulan “modern söylem”e kurban ederek ve ona ait yeni
ölçüler uğrunda hizmete sunarak arz-ı endâm ediyor. Arkaplandaki bu sessiz ve
kışkırtıcı dürtüyü, bazen sadece hissederek ve sezerek kavrıyorsunuz. Sezseniz
bile karşı duramadığınız, yenik düşerek teslim olduğunuz zamanlar da oluyor.
Öyle sanıyoruz ki bu, şu sıralar İlahiyat câmiamızın ortak kaderi.
Ondört asırdan uzun bir zamandır İslâm toplumunun en
küçük bireyleri olan çocuklara, namaz gibi “dînin direği”[1]
addedilen bir ibadetin eğitimi yolunda uygulanagelen ve Hz. Peygamber
tarafından telkin edilen bir çift nasihatin bu rüzgardan hissesine düşen payı
aldığını görüyoruz. Pekçok müfessirin[2]
“Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun!”[3]
ayetinin tefsiri münasebetiyle özellikle yer verdikleri hadis şöyle:
“Çocuklarınız yedi yaşına geldiğinde onlara namazı
emrediniz; on yaşına geldiklerinde namaz kılmazlarsa dövünüz...”
“Marife”nin bundan önceki bir sayısında[4]
Doç. Dr. Mustafa Ertürk imzasıyla yayımlanan “Çocuğun Dînî Eğitiminde
Kullanılan Bir Hadîs ve Tahlîli” başlıklı yazıda sözkonusu hadis; sened, metin,
lâfız, mânâ, Nebevî Sünnete ve pratiğe uygunluk, Psikoloji ve Modern Din
Eğitimi’nin verilerine uygunluk gibi açılardan tahlil ve tenkide tabi tutulmuş,[5]
netice itibariyle, “Hz. Peygamber’den nakledildiği söylenen” bu rivayet
içerisinde yer alan ve namaz kılmaması halinde çocuğun dövülebileceğine dair
emri içeren cümlelerin, “Hz. Peygamber’in sünnetiyle bağdaşmadığı yahut
bağdaşmasının zor olduğu” (s. 78) hükmüne varılmıştır. “Sonuç” kısmındaki
ifadelerden, esasen hadis metnindeki orta cümlenin reddedildiği anlaşılıyorsa
da, sened itibariyle rivayet zincirine getirilen eleştiriler dikkate
alındığında, metnin bütününün “hadis olmama” ithamıyla karşı karşıya kaldığı
görülecektir. Yazara göre “Hz. Peygamber’in hayatında tatbik etmediği ve
edilmesini tavsiye etmediği, fakat ona isnad edilen bazı sözler” (s. 54)
kapsamında görülen bu metin, “Müslümanların kendilerinin takip ettikleri bir
eğitim metodunun Hz. Peygamber’e isnad edilerek rivayet formuna dönüşmüş ve hadisleştirilmiş”
(s. 72) halidir.
Sayın Ertürk’ün hadis üzerindeki yer yer kesin
olmayan yargıları; “Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı olmayabilecek makul
herhangi bir çözüm” bulmaya çalışsa da “hadis ilmi ve usûlünün buna fırsat
vermediğini” belirtmesi (s. 72, dn. 108), okuyucunun zihninde ister istemez
açık bir kapı bırakmaktadır.[6]
İşte biz kendisinin tahlîlini -hoşgörüsüne sığınarak- tahlîl edeceğemiz bu
yazıda, açık bırakılan o kapıdan girerek ikinci bir değerlendirme denemesi
yapacağız. Bunu yaparken de, yazarla aynı yoldan yürüyecek, ancak meseleye
farklı bir pencereden bakacağız.
A. SENED YÖNÜNDEN
Yazarın tespitine göre beş ayrı sahâbîden rivayet
edilen hadisin, Abdullah b. Amr b. el-Âs, Ebû Süreyye[7]
Sebre b. Ma’bed el-Cühenî ve Enes b. Mâlik’den gelenler dışındaki iki tarîki
(Ebû Hureyre ve Ebû Râfi’ hadisleri) isnadlarındaki zayıf veya meçhul râvîler
nedeniyle işin başında sahihlik vasfını yitirmiş olmaktadırlar (s. 56). Bu
tespiti şimdilik olduğu gibi kabul ederek, kalan tarîklere bakalım:
AA. AMR B. ŞUAYB:
1. İlk tarikde, sahâbî Abdullah b. Amr’ın torununun
oğlu olan Amr b. Şuayb (ö.118/736) bulunmaktadır ve Amr, babası Şuayb, onun da
dedesi Abdullah’dan aktardığı (an ebîhi < an ceddihî) rivâyetler nedeniyle
hem cerh hem de ta’dîl edilmiştir. Tercihini cerh yönünde kullanacak olan
yazar, özetlediğimiz bu ifadelerin altına, Amr b. Şuayb hakkındaki müsbet ve
menfî değerlendirmeleri topluca bulabileceğimiz kaynak olarak “el-Câmi’
fi’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl” adlı eserin ilgili sayfalarını not düşmüştür (s. 57,
dn. 19). Ancak sözkonusu kaynağa müracaat ettiğimizde, Yahyâ b. Saîd el-Kattân
(ö. 198/814) dışındaki diğer otoritelerin Amr b. Şuayb’ı tevsîk ettiklerini
görmekteyiz. Yedi Kurrâ’dan biri olan Basra’lı Ebû Amr b. el-Alâ’ (ö.
154/771)’nın da Amr için ağır sayılmayacak bir tenkidi bulunmakla birlikte, bu
tenkidi “et-Târîhu’l-Kebîr”inde nakleden Buhârî’nin bizzat kendisinin ve
hocalarının onu “sika” gördükleri kayıtlıdır. Aynı eserde, yaygın kanaati
belirtmesi açısından son sırada Tirmizî’nin şu sözlerine yer verilmektedir:
“Ancak ehl-i hadîsin ekserîsi, Amr b. Şuayb’ın hadisiyle ihticâc ederler ve onu
güvenilir bulurlar”.[8]
2. Düştüğü dipnotun hemen ardından yazarın, Amr b.
Şuayb için Yahyâ b. Saîd el-Kattân’ın “vâhin” ve “kezzâbün”
dediğini naklederek söze girmesi oldukça gariptir. Zira Amr’ın “yalancı”
olduğuna dair (Yahyâ’nın ağzından çıkıp çıkmadığı şüpheli olan) bu ağır iddia
sadece Ukaylî (ö. 322/934)’nin “ed-Duafâ”sında geçmektedir[9]
ve daha işin başında böyle bir değerlendirmeyi özenle seçerek zikretmenin
okuyucunun zihninde menfî tesir bırakacağı kuşkusuzdur. Ukaylî’nin eseri de
dahil diğer kaynaklarda Ali b. el-Medînî (ki kendisi Amr’ı tevsîk
edenlerdendir) vasıtasıyla hocası Yahyâ’dan yapılan nakillerde onun, “Amr’ın
hadisi bizim nezdimizde vâhîdir” dediği kayıtlıdır.[10]
3. Ahmed b. Hanbel’in “lehû menâkîr” ve “leyse bi
hucce” dediğine dair İbnü’l-Cevzî’nin “Duafâ”sından aktarılan sözlerin (s. 57,
dn. 21) baş tarafı eksik olduğu gibi,[11]
onun bu hadisi “Müsned”ine almış olması karşısında muhtaç olunan izaha da yer
verilmemiştir.[12]
Amr b. Şuayb’ın “münker hadislerinin olması” ya da “huccet olmaması” demek,
“hadisleri i’tibâr için yazılır” demektir.[13]
Bir başka ifadeyle “destekleyici karineler olduğunda huccettir” anlamına gelir
ki, Ahmed b. Hanbel’in sözkonusu hadis için tercihi de bu yöndedir.
Muhaddislerin mezkur isnadla gelen rivâyetleri “bazen huccet kabul edip bazen
de tereddüt ederek terketmeleri” yine aynı ihtiyâtî tavrın eseridir. Yeri
gelince bahsedeceğimiz üzere, cerh-tadil üstadlarının bir ravi hakkındaki
“genel” değerlendirmesi ile, o ravinin belli bir rivayeti üzerindeki hükümleri
birbirine karıştırılmaması gereken iki ayrı husustur. Ve bizi burada öncelikli
olarak ilgilendiren, “ravi”den ziyade “rivayetin” durumudur.
4. Bir paragraf sonra Zehebî’nin
“Mîzânü’l-İ’tidâl”inden naklen verilen cümlede Ebû Zür’a er-Râzî, Amr b.
Şuayb’ın babası < dedesi kanalıyla aktardığı rivayetlerin çoğunun âlimler
tarafından reddediliş sebebini “oldukça kolay hadisler” işitmesi ve yanındaki
sahîfeden nakletmesi olarak açıklar. Oysa tırnak içindeki cümlenin doğru
tercümesi “az sayıda hadis semâ etmesi/işitmesi” olacaktır.[14]
5. Bundan bir paragraf sonra da, Yahya b. Maîn’in Amr
için “leyse bi zâke” dediğini nakleden yazar, cümlenin devamındaki: “bir
rivâyette ise; Amr’ın kendisi sikadır demiştir” şeklindeki ifadeyi tercümeye
almamıştır.[15]
Ayrıca kaynaklarda Yahyâ b. Maîn’in: “Amr hakkında (menfî) bir şey söyleyemem;
imamlar ondan rivâyette bulunmuşlardır” dediği de kaydedilir.[16]
Yazarın Yahyâ b. Maîn’in “Târih”i ve İbnü’l-Cevzî’nin “Duafâ”sından hareketle
oluşturduğu bir sonraki cümlesi ise şöyledir: “(Yahyâ), Amr b. Şuayb <
babası < dedesi senediyle gelen rivayetlerin bir kitaptan nakledildiğini ve
bunun da zayıf ya da zayıfa yakın olduğunu ve tevakkuf etmek gerektiğini söyleyerek
ihtiyatlı davranmıştır” (s. 57-58). Oysa Yahyâ b. Maîn’in söylediği şudur: “...
Amr’ın hadisinin zayıflığı; ‘ebî an ceddî’ demesinden gelir. (Râvî Abbâs
ed-Dûrî der ki:) Ya da buna yakın bir söz söyledi (ev nahve hâzâ
mine’l-kelâm)”.[17]
Bu vesîleyle, yazarın sıklıkla müracaat ettiği “Mîzânü’l-İ’tidâl”den, “Amr’ın
sika olması” konusunda önem arzeden bir anekdotu aktarmak yerinde olacaktır.
Ebû Zür’a şöyle demiştir: “Ondan rivayet edilen münker (hadis)lerin çoğu
el-Müsennâ (b. es-Sabbâh)’dan (ö. 149/766) ve (Abdullah) İbn Lehîa’dan (ö.
174/790) gelenlerdir. Yoksa bizzat kendisi sikadır”.[18]
İbn Hacer, “el-Müsennâ b. es-Sabbâh el-Yemânî el-Ebnâvî” maddesinde, Ali b.
el-Medînî’den naklen Yahyâ b. Saîd el-Kattân’ın şöyle dediğini nakleder: “Biz
(zayıf ve muhtelit bir râvî olmasına rağmen) el-Müsennâ’yı, Amr b. Şuayb
nedeniyle terketmedik”.[19]
Onun bu sözü, Amr için “kezzâb” demiş olma ihtimalini çürüttüğü gibi, ondan
gelen hadislere değer verdiğini de göstermektedir. Zaten tabakat kitaplarına
bakıldığında, Amr b. Şuayb’dan hadis rivayet edenler listesinde “Yahyâ b.
Saîd”in de kaydedildiği görülecektir. Amr’ı “vâhin” olarak
nitelemesine gelince; bununla bütün rivayetlerini kastetmediğini bir başka
sözünden öğrenmekteyiz: “Amr b. Şuayb’dan sikalar rivayet ederse, işte o zaman
sikadır, huccettir”.[20]
6. Yazar devamla şu izahta bulunmaktadır: “Bazı İslâm
âlimleri de Amr b. Şuayb’ın rivayetlerinden bahsedilirken, ‘Onun ve Vehb b.
Münebbih’in çuvallarından (rivayetlerinden) uzak durun, zira her ikisi de
kitaptan rivayet etmişlerdir’ diyerek ikaz ve uyarılarda bulunmuşlardır” (s.
58). Nakledilen bu cümle tâbiûndan Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749)’ye aittir ve
adı aynı zamanda Amr b. Şuayb’ın ravileri arasında zikredilir. Amr b. Şuayb’ı
tenkit eden birkaç önemli isimden biri olan Eyyûb es-Sahtiyânî’nin, “Amr’ın
meclislerine iştirak ettiğinde” tanınmamak için başını örttüğüne dair kendi
sözleri,[21]
onun da Yahyâ b. Saîd ve Ahmed b. Hanbel gibi, Amr’ın hadislerini toptan
reddetmediğini, i’tibar için öğrenip kaydettiğini göstermektedir. Eyyûb
es-Sahtiyânî’nin, ittifakla sika bir ravi olarak kabul edilen Vehb b. Münebbih
(ö. 110/728)’i[22]
Amr b. Şuayb’la (ki Vehb, Amr’ın da ravisidir) birleştirerek rivayetlerinden
sakındırması, noktası-harekesi olmayan ve şeyhten semâ edilmediği için tashîfe
açık bulunan sahîfelerden nakilde meydana gelebilecek hatalara karşı dikkat
çekmek için olmalıdır. Ancak Vehb b. Münebbih için kardeşi Hemmâm (ö.
101/719)’ın çarşıdan kitap satın aldığını[23]
hesaba katarsak, onun rivayet hakkı alınmamış icazetsiz sahîfeleriyle, Amr b.
Şuayb’ın yabancıların müdahalesine kapalı bir ortamda babasından kendisine
intikal eden sahîfelerini aynı kefeye koymanın haksızlık olacağı kanaatindeyiz.
Ayrıca Eyyûb’un, icâzetsiz mükâtebe yoluyla alınan hadislerin bile rivayetine
cevaz verdiği, usûl kitaplarında kayda geçmiş bir husustur.[24]
7. Bir sonraki paragrafta yazar, Zehebî’nin genel
değerlendirmesini aslına uygun şekilde naklettikten sonra, Zehebî’nin
söylediklerinden çıkarılamayacak bir hükmü kendisi verir: “... bu husustaki
genel kanaatin, Amr’ın aile isnadıyla rivayet ettiği hadîslerin zayıflığı
yönünde fikir beyan etmektedir” (s. 58). Oysa Zehebî’nin, İbn Hibbân’ın hatalı
görüşlerini aktardıktan sonra (ki bir sayfa ileride yazar da bu sözleri
tafsîlâtıyla vermektedir) yaptığı değerlendirme şöyledir: “Amr’ın babasından,
onun da dedesinden aldığı rivayetlerin mürsel ve munkatı’ olmadığını daha önce
söyledik. [Şüphesiz bazısı müsned-muttasıl kabîlinden olup, bazısının da vicâde
ya da semâ yoluyla alınmış olma ihtimali vardır]. Vicâde olmasına, veya bir
kısmının semâ bir kısmının vicâde oluşuna gelince; işte bu, üzerinde
düşünülmesi gereken bir konudur (fe hâzâ mahallü nazar). Biz onun hadisinin
sahih’in en üst derecesinden olduğunu söylemiyoruz; bilakis hasen grubuna
girer”.[25]
Zehebî’nin kullandığı “en üst derecede olmayan sahih hadis” tabiri, Sahîhayn
hadisleri için de geçerlidir. O, sika oldukları halde haklarında bazı önde
gelen zevâtın ileri-geri söz ettikleri ravileri biraraya getirdiği küçük çaplı
bir eserinde, bu şekilde cerhedilmiş ravilerin hadislerinin sahih’in en üst
mertebesinde olmasa bile hasen derecesinden aşağıya da düşmeyeceğini
belirtmektedir.[26]
Dolayısıyla Amr b. Şuayb’ın bu tarikten naklettiği rivayetleri Zehebî’ye göre
“zayıf” değil “hasen”dir. Hatta yukarıdaki cümlesinden öyle anlaşılıyor ki, bu
hadislerin bir kısmı da müsned-muttasıl ve “sahih”tir.
8. Zehebî’nin sözlerinin yanlış takdîminden sonra
yazar, Ebû Amr b. el-Alâ’nın tenkit içeren bir cümlesini Buhârî’den naklederek
onun, “Katâde ile Amr b. Şuayb’ın sadece işitmedikleri hadîsleri rivayet
etmelerinden dolayı ayıplanacaklarını” söylediğini belirtir (s. 58). Oysa Ebû
Amr: “... sadece her semâ ettikleri şeyi tahdîs etmelerinden dolayı”
ayıplanacaklarını söylemektedir.[27]
Üstelik Buhârî, bu sözlerinin arkasından (kendi görüşünü de gösterir biçimde)
şunu ekler: “Ahmed b. Hanbel, Ali b. Abdillah, Humeydî, Ebû Ubeyd el-Kâsım b.
Sellâm, İshâk b. İbrahim (b. Râhûye) ve bütün arkadaşlarımızın Amr b. Şuayb’ın
babasından onun da dedesinden aldığı hadisleri delil kabul ettiklerini gördüm.[28]
Hiçbir müslüman onun hadislerini terketmemiştir. Şu halde sonrakiler de kim
oluyor?”.[29]
9. İki paragraf sonra yazar, Buhârî’den naklen Amr b.
Şuayb rivayetlerini ta’dîl eden münekkitlerin isimlerini sıraladıktan sonra,
Zehebî’nin Buhârî’nin bu sözüne rağmen el-Câmiu’s-Sahîh’inde Amr’dan hadis
rivayet etmeyerek bir çelişkiye işaret ettiğini söyler (s. 58). Oysa
kanaatimizce bu bir “çelişki” değildir. Buhârî’nin her sahih hadisi eserine
almak zorunda olmayışı bir yana,[30]
bunda el-Câmiu’s-Sahîh’i oluştururken tasarladığı en yüksek düzeydeki sahihlik
şartlarına Amr’ın hadislerini uygun görmeyişi de rol oynamış olabilir.[31]
Ancak şu bir gerçektir ki, Buhârî’nin elimizde mevcut diğer eserlerinde “Amr b.
Şuayb an ebîhi an ceddihî” formunda çok sayıda rivayet zikredilmiştir. Hatta
çocuğun namaz eğitimi ile ilgili hadis de bunlardan biridir.[32]
Buna ilave olarak İbn Adiyy’in (ö. 365/976): “... Muhaddisler Amr b. Şuayb’ın
babası < dedesi < Nebî (s.a.v.) yoluyla rivâyet ettiği hadislerden -Amr’a
müsâmaha göstermekle birlikte- uzak durmuşlar, onları tahrîc ettikleri
hadislerin sahih olanları arasına sokmamışlar ve ‘bunlar sahîfedir’
demişlerdir”[33]
şeklindeki iddiasını İbn Hacer; “İbn Huzeyme’nin onun hadisini ‘Sahih’inde,
Buhârî’nin ‘el-Kırâatü Halfe’l-İmâm’[34]
adlı cüz’ünde, Nesâî’nin de Sünen’de -ki İbn Adiyy bu kitabı Sahih’lerden
sayar- ihticâc makâmında tahrîc etmiş olmaları” nedeniyle reddetmektedir.[35]
10. Yazar sayfanın son paragrafında (s. 58)
“Tedrîbü’-Râvî”den istifadeyle kaydettiği Nevevî’ye ait görüşler meyanında
şöyle demektedir: “... o nüshayla birçok muhaddisin ihticac ettiklerini söylese
de, bunun tam tersi, yani çoğu muhaddislerin onun hadîsiyle ihticac etmedikleri
de belirtilmektedir” (s. 58). Halbuki Nevevî’nin, bu cümlenin ikinci yarısında
belirtilen şekilde bir ifadesi bulunmadığı gibi, şârih Süyûtî’nin de bu yönde
sarfettiği bir cümlesi yoktur. Üstelik yazarın bundan iki cümle sonra (s. 59):
“... (Nevevî) hiçbir Müslüman âlimin onun hadîsini terketmediğini, ...onun
huccet olduklarını söyleyerek genel bir hüküm vermektedir” demiş olması,[36]
bir önceki ifadesiyle tezat teşkil etmektedir. Nevevî “Takrîb”de: “Onun böyle
büyük ve çoğunluğu kıymetli fıkhî meselelerden oluşan bir nüshası vardır. Bu
şekilde Amr ile, dedesini tâbiî Muhammed’e değil de (sahâbî) Abdullah’a
hamlederek, muhaddislerin çoğu ihticac etmişlerdir” derken, Süyûtî de
“Tedrîb”de buna şunu ilâve eder: “Musannif Nevevî ‘Şerhu’l-Mühezzeb’ (el-Mecmû)
adlı eserinde şöyle demiştir: ‘Bu, ehl-i hadisin muhakkiklerinin üzerinde
ittifak ettiği tercih edilen doğru görüştür. Onlar bu işin ustasıdırlar ve ilim
onlardan alınır”.[37]
Amr’ın rivayetini tenkit edenlerin isimlerinden yukarıda bahsedilmişti.
Tedrîb’de sadece İbn Adiyy ve İbn Hibbân’ın eleştirilerinden sözedilir. Bununla
birlikte Süyûtî’nin: “el-Alâî (Ebû Saîd Halîl b. Keykeldî – ö. 761/1360) bu
nüshayı delil olarak kabul etmenin isabetliliği hakkında müstakil bir cüz’
te’lif etmiştir”[38]
diyerek eserden alıntılar yapmış olması, kendi kanaatinin de Nevevî ile
örtüştüğünü göstermektedir.
11. Yazar bundan sonraki cümlesinde: “Ancak Süyûtî de
ona (yani Nevevî’nin Takrîb’deki cümlesine) ‘şayet senedi sahih olursa’ diyerek
bir kayıt koymaktadır” der. Süyûtî’nin cümlesinin sonundaki “ileyhi”
kelimesinin tercümeye alınmaması bu izahı anlamayı zorlaştırmaktadır.
Kastedilen şey; “Amr’a kadar olan senedin sahih olması”dır. Amr’dan önceki
ravinin güvenilir olması, mütekaddim muhaddislerden bazılarının da öne sürdüğü
bir şart olup, İbn Hacer bu konuda: “Sözkonusu şart bütün raviler için
geçerlidir, Amr’a has bir durum değildir” demektedir.[39]
12. Bir sonraki paragrafta İbnü’l-Cevzî’nin, İbn
Hibbân’ın hatalı ifadelerine karşı “Şuayb’ın, dedesi Abdullah b. Amr’ı
gördüğüne” dair Dârekutnî’den aldığı sözleri aktaran yazar (s. 59), daha sonra
Ali b. el-Medînî’nin de aynı yöndeki sözlerini kaydeder. Ancak ardından: “bu
konuda ittifakın olmadığı ve Ali b. el-Medînî’nin ifadesinin net bir cevap
teşkil etmediği söylenebilir” diyerek zikrettiği delil ile vardığı sonuç
arasında nedeni belli olmayan bir uyumsuzluk sergiler. “Mîzânü’l-İ’tidâl”de Ali
b. el-Medînî’nin sözleri matbaa hatâsından olsa gerek tam anlaşılmıyorsa da[40]
Zehebî’nin son noktayı koyan ifadeleri gayet nettir. İbn Adiyy’in, Amr’ın
dedesinden maksadın Muhammed olduğu ve Muhammed’in de sahâbî olmaması nedeniyle
bu senedin mürsel sayılacağı yolundaki sözlerine karşılık o, Buhârî’nin
“et-Târîhu’l-Kebîr”de Şuayb hakkında söylediklerine aynen iştirak eder ve şöyle
der: “Bu boş bir sözdür. Zira Şuayb’ın Abdullah’dan semâı sabittir. Şuayb’ı
yetiştiren de odur. Hatta Muhammed babası Abdullah hayattayken vefat edince,
Şuayb’ın bakımını dedesi Abdullah’ın üstlendiği söylenmiştir”.[41]
13. İbn
Hibbân’ın Amr b. Şuayb hakkındaki görüşlerinin “Kitâbü’l-Mecrûhîn” adlı
eserinden tafsîlatıyla nakledildiği paragraftan özetle şunları öğreniyoruz: “An
ceddihî ifadesiyle Abdullah b. Amr kastediliyorsa, Şuayb, Abdullah ile
karşılaşmamıştır ve bu durumda haber munkatı’dır. Şayet kastedilen en yakın
dedesi olan Muhammed ise; onunla bir sohbeti yoktur[42]
ve bu durumda haber mürsel olur” (s. 59). İbn Hacer, İbn Hibbân’ın bu sözleri
için Dârekutnî’nin “bu bir hatâdır” dediğini nakleder[43]
ki yazar da İbnü’l-Cevzî’nin Dârekutnî’yi tasdik eden ifadelerini bir paragraf
önce nakletmiştir. Ayrıca, Abdullah b. Amr’ın meclislerinde torunu Şuayb’ın da
bulunduğunu gösteren bir rivayet, İbn Hibbân’ın şüphelerini tümüyle izale
edecek güçtedir.[44]
Bundan başka Dârekutnî’nin Sünen’inde Ahmed b. Hanbel ve Buhârî’nin, Şuayb’ın
dedesinden semâını kabul ettiklerine dair nakillere yer verilmiştir.[45]
Daha önce İbn Hibbân’ın görüşlerini tenkit sadedinde Zehebî’den aktardığımız
değerlendirmeyi de gözönüne aldığımızda (7 no’lu paragraf), Amr b. Şuayb’ın
hadislerinin mürsel/munkatı’ grubuna sokulamayacağını rahatlıkla
söyleyebiliriz.[46]
14. Yazarın
bir sonraki paragrafta yer alan sözlerine bakalım: “İbn Teymiyye zayıf hadîsin
rey’den daha üstün olduğunu, zayıf hadîsten muradın metrûk anlamında değil,
hasen derecesinde sayılması gerektiğine dair görüşü belirtir ve ... bu senedin
pek de sahîh olmadığını ima ettiği nakledilmektedir. Süyûtî de bu senedin,
sahih değil, hasenin en üstün seviyesinde olduğunu tekrarlamaktadır” (s. 60).
Leknevî (ö. 1304/1887)’nin “er-Raf’u ve’t-Tekmîl” isimli eserindeki muhakkik
Ebû Ğudde (ö. 1997)’nin bir dipnotundan istifadeyle aktarılan ilk cümle, sözkonusu
dipnotta yapılan göndermeye binâen yine aynı müellifin aynı muhakkik tarafından
neşredilen bir başka eserine baktığımızda daha iyi anlaşılacaktır. Leknevî’nin
“el-Ecvibetü’l-Fâdıle”sinde zayıf hadisleri kabul şartları ile ilgili bir
bölümde Ahmed b. Hanbel’in: “Bize göre zayıf hadis, rey’den daha sevimlidir”
şeklindeki cümlesi için düşülen dipnotta Ebû Ğudde, İbn Teymiyye’nin
“Minhâcü’s-Sünne”sinden (Bulak 1321, II/191) şu alıntıyı yapar: “Zayıf hadis
rey’den hayırlıdır sözümüzden murad, metrûk olan zayıf hadis değil; Amr b.
Şuayb’ın babasından onun da dedesinden rivayet ettiği gibi hasen olan hadistir
ki ... bunların hadislerini Tirmizî hasen ya da sahih görür...”.[47]
Dolayısıyla ortada “pek de sahih olmayan”dan bahsetmeyi gerektirecek bir durum
bulunmadığı gibi, Ahmed b. Hanbel ve onun takipçisi İbn Teymiyye’ye göre Amr b.
Şuayb’ın nüshasındaki menkûlât, -yazarın bundan sonraki bölümlerde
sergileyeceği- ma’kûlâta mukaddemdir.[48]
Süyûtî’den nakledilen ikinci cümle ise Tedrîbü’r-Râvî’de geçmemektedir. Ancak
buna yakın bir ifadeyi, daha önce aktardığımız üzere (7 no’lu paragraf) Zehebî’nin cümlelerinde bulmamız mümkündür.
15. Takibeden paragrafta yazar, Amr b. Şuayb
tarîkinde bulunan el-Halîl b. Mürre hakkında İbn Adiyy’in “leyyin”, Buhârî’nin
ise “fîhi nazar” dediğini “Nasbu’r-Râye”den nakleder (s. 60). Ancak hem aynı
sayfada hem de iki sayfa ileride Zeylaî, bu hadisi Amr b. Şuayb’dan Halil b.
Mürre < Leys b. Ebî Süleym dışında, bir de Sevvâr b. Dâvud’un rivayet
ettiğini, Sevvâr için Yahyâ b. Maîn ve İbn Hibbân’ın “sika” dediklerini
zikreder.[49]
Bu durumda iki tarîkin birbirini destekleyerek “Amr’a kadar sahih” isnadla
geldiğini kabul etmemiz gerekecektir. Zeylaî’nin tutumu da zaten budur.
İkinci rivayeti “Müstedrek”e alan Hâkim, hadisi
zikrettikten sonra (hocası Fakîh Ebu’l-Velîd Hassân b. Muhammed’in isnâdıyla)
İshâk b. Râhûye’nin Amr b. Şuayb hakkındaki şu sözünü kaydetmektedir: “Amr’ın
ravisi sika olursa, o hadis Eyyûb (es-Sahtiyânî)’un Nâfi’ (Mevlâ b. Ömer)’den,
Nâfi’in de İbn Ömer’den rivâyeti gibidir”.[50]
Bu söz, muhaddisler nazarında en sağlam kabul edilen isnadlardan birine
yapılmış bir benzetmedir. İshâk’ın Müstedrek’te geçen bu ifâdesini daha sonra
İbn Hacer’in, ondan da Süyûtî’nin aldığını görüyoruz.[51]
Gerek “Müstedrek”te ve gerekse diğer kaynaklarda konumuz olan hadise ait Amr b.
Şuayb tarîklerinin hemen hepsinde, ondan bir sonraki ravi Sevvâr b. Dâvud Ebû
Hamze es-Sayrafî’dir. Abdullah b. el-Mübârek’in de aralarında bulunduğu bir
grup muhaddisin kendisinden hadis aldığı bu zat için Ahmed b. Hanbel: “...
Basra’da güvenilen bir şeyhtir. Kendisinden sadece (namaz eğitimi ile ilgili)
bu hadis rivayet edilmiştir”[52]
derken, İbn Hibbân onun ismini
“Kitâbü’s-Sikât”ta kaydeder. Yahyâ b. Maîn’e göre ise Sevvâr “sika” bir
râvîdir.[53]
Muhaddisler arasında şöhret bulmuş olan tek rivayeti bu hadis olduğuna göre,
Yahyâ b. Maîn onun için “sika” demekle, aslında çocuğun namaz eğitimi ile
ilgili olan hadisin “sahih” olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Zehebî’nin de
“Telhîs”inde sözkonusu hadis için “sahih” dediğini belirtelim.[54]
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bizim için burada önemli olan, tek tek
raviler hakkında verilen hükümlerden ziyade, belli bir rivayet üzerinde
alimlerin hangi kanaate varmış olduğudur. Bu noktada, farklı zaman dilimlerinde
yaşamış üç ayrı muhaddisin, aynı hadisin sıhhati üzerinde birleşmiş olmaları
önem arzeder.
Amr b.
Şuayb’la ilgili görüş ve alıntıları kritik etmeye çalıştığımız bu bölümü
bitirirken konuyu toparlamak suretiyle son birkaç noktaya daha temas etmeliyiz.
En başta yazarın takdim ettiğinin aksine, Amr b. Şuayb “sika” bir ravidir. Onun
ismini “el-Mecrûhîn”e alan İbn Hibbân da bunun farkına vararak: “Amr b. Şuayb
hususunda doğru olan, onun Târîhu’s-Sikât’a nakledilmesidir...” demiştir.[55]
Zehebî’nin şu sözlerini de bir son tahlil olarak takdim edebiliriz: “Amr b.
Şuayb ile büyük imamlar ihticac etmiş ve onu genel anlamda tevsîk etmişlerdir.
Diğerleri ise onun hakkında biraz tevakkuf etmişlerdir. Ancak onu terkeden
herhangi birini bilmiyorum”.[56]
Aynı müellifin, Amr’ın aile isnadıyla naklettiği hadisler için “hasen” dediğini
de hatırlayalım. Zehebî’nin verdiği bu genel hükmü, daha önce Nevevî: “Ebû
Dâvud bu hadisi hasen bir isnadla rivayet etmiştir” diyerek vermiştir.[57]
Gerek “Mîzânü’l-İ’tidâl”, gerekse
“Tehzîbü’t-Tehzîb”te yeralan tafsîlatlı bilgilerin bütününden anladığımıza
göre, Amr b. Şuayb’ın babası vâsıtasıyla dedesinden yaptığı nakiller,
dedesinden kalan sahîfeye/kitaba istinâd ettiği; bunların tamamının semâ
yoluyla alınıp alınmadığı bilinmediği için “vicâde” hükmündedir ve problemin
temel nedeni de budur.[58]
İbn Şâhîn (ö.
385/995), Amr b. Şuayb için “sika” ve “sebt” dedikten ve sahifeden rivayet
ettiğini belirttikten sonra, onun babası < dedesi yoluyla naklettiği bütün
hadislerin “semâ” olduğunu, Buhârî’nin şeyhi Ahmed b. Salih’den (ö. 248/862)
nakleder.[59]
İbn Hacer, hem Ahmed b. Sâlih’in bu sözünü, hem de İbn Hayseme’den naklen Yahyâ
b. Maîn’in Amr’ın babasından hadis semâ ettiğini tasdik eden sözlerini
kaydettikten sonra şöyle demektedir: “İbn Maîn onun hadislerinin –sadece bir
kısmını semâ etmiş olsa bile- sahih olduğuna şehadet edince, geriye kalanların
‘vicâde-i sahîha’ olması gerekir ki, bu da tahammül yollarından biridir... Ali
b. el-Medînî: ‘Bize göre Amr b. Şuayb sikadır, kitabı ise sahihtir’ demiştir”.[60]
İbnü’s-Salâh “Usûl”ünde, hadis tahammül yollarının
sekizincisi olarak konu başlığı açtığı “vicâde”de, içinde hadisler bulunan ve
yazısı sahibine ait olan bir kitabı bulan şahsın, o kitabın sahibiyle hiç
karşılaşmamış ya da ondan hiç hadis işitmemişse bunu hangi lafızla rivayet
etmesi gerektiğini anlatır. Sonra da şöyle der: “Bu munkatı’ ve mürsel grubuna
girer. Bununla birlikte ittisâl şüphesi/ihtimali de taşır”.[61]
Bu durumda, Amr b. Şuayb’ın dedesi ve babasından kendisine tevârüs eden
kitabın, İbnü’s-Salâh’ın “ittisâl şüphesi” taşıdığını söylediği türden
kitaplara göre çok daha güvenilir sayılması gerektiği kanaatindeyiz.[62]
Çünkü orada “bulmak”dan öte “intikal” sözkonusudur.[63]
Nitekim Ali b. el-Medînî de buna “sahih kitap” diyerek özel bir tanımlama
getirmiştir.[64]
AB. ABDÜLMELİK B. ER-RABÎ’:
16. Amr b. Şuayb hakkındaki değerlendirmesini; “gerek
adâleti gerekse hadîs tahammül ve edası hakkında bu derecede ihtilaf edilen bir
râvînin rivayeti acaba ne derece sahih kabul edilebilir.” diyerek ve Amr’a
yönelik menfî görüşleri onun bütün rivayetlerine teşmil ederek tamamlayan
yazar, hadisin Sebre b. Ma’bed el-Cühenî’den gelen ikinci tarîkinde yer alan ve
Sebre’nin torunu olan Abdülmelik b. er-Rabî’i incelemeye almaktadır.
Yazarın naklettiğine göre Yahyâ b. Maîn, İbn Hibbân
ve İbnü’l-Kattân Abdülmelik için “zayıf” derken, Iclî onun “sika”, Zehebî
“sadûk” olduğunu söylemekte, Buhârî ve Mizzî ise herhangi bir değerlendirme
yapmamaktadır (s. 61). Şu durumda, cerh-ta’dil açısından mutedil bir konumda
duran Zehebî’nin sözleri diğerlerine tercih edilebilir. Bu da en azından,
Abdülmelik b. er-Rabî’ rivayetlerinin itibar için yazılabileceği anlamına
gelmektedir ki Nâsıruddîn Albânî’nin onun için “muhâlefet etmediği/edilmediği
takdirde hasenü’l-hadîsdir” dediğini daha önce (dn. 54) nakletmiştik.
Abdülmelik b. Er-Rabî’den gelen namaz eğitimi ile
ilgili hadis hakkında birkaç önemli hususa işaret etmeliyiz. Birincisi; bu
rivayeti eserine alan Hâkim Nişapurî (ö. 405/1014)’nin, hadisin arkasından:
“Abdü’l-Melik’in dedelerinden yaptığı nakillerle ihticâc edilmiştir” demiş
olmasıdır.[65]
Dolayısıyla Hâkim, ona “sika” diyen Iclî (ö. 261/875) ile aynı kanaati
taşımaktadır ve hadis için verdiği “Müslim’in şartına göre sahihtir” hükmünü
Zehebî de aynen onaylamıştır.[66]
İkincisi ise; yazarın da naklettiği üzere İbn Hacer’in Ebu’l-Hasen b.
el-Kattân’dan aktardığı şu sözle ilgilidir: “Adâleti sâbit değildir. Her ne
kadar Müslim ondan Sahîh’inde hadis nakletmişse de (no. 1406) kendisiyle
ihticac edilmez”.[67]
İbn Hacer’in naklettiği bu söz, Abdülhak İşbîlî’nin (ö. 581/1185) “el-Ahkâmü’l-Vustâ”sını
tenkit mahiyetinde İbnü’l-Kattân’ın (ö. 628/1231) kaleme aldığı eserde
geçmektedir. Abdülmelik’den gelen sözkonusu hadisi İşbîlî’nin “sahih” kabul
etmesi üzerine (el-Ahkâm, I/249) İbnü’l-Kattân önce İbn Maîn’in Abdülmelik
hadisleri için söylediği sözü naklederek yukarıda geçtiği üzere kendi kanaatini
belirtmekte, sonra da şöyle demektedir: “Hadisin zayıf değil, hasen olması
umulur”.[68]
Yazarın “Müstedrek”te Hâkim’in hadis hakkında
söylediklerine hiç değinmemesi yanında[69]
dikkatinden kaçan bir diğer husus da; Sebre b. Ma’bed hadisini
Câmi’ine/Sünen’ine alan Tirmizî’nin, hadis hakkında “hasenün sahîhun”
değerlendirmesini yapması, ve sonra da “Ehl-i ilmin bir kısmı bu hadisle amel
etmiştir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk b. Râhûye bu görüştedir” demiş olmasıdır.[70]
Hatta Tirmizî’nin ifadesiyle bu iki âlim: “Çocuk on yaşından sonra terkettiği
namazlarını iade eder.” diyerek namaz zorunluluğu için dövülme yaşını sınır
kabul etmektedirler. Tirmizî, “hasen-sahîh” demekle, esâsen “hasen” hükmünde
olan bu hadîsin destekleyici tarîklerle “sahih” mertebesine çıkmış olduğunu
belirtir.[71]
Yukarıda zikredildiği üzere İbnü’l-Kattân’ın hadis için “hasen” hükmünü vermeyi
uygun bulması da Tirmizî ile aynı fikirde buluştuklarını gösterir. Yani tek
başına “hasen” olan bu hadis, “i’tibâr” neticesinde elde edilen destekleyici
diğer “şevâhid”le birlikte değerlendirildiğinde “sahih” sayılmalıdır.[72]
Diğer yandan, Ahmed b. Hanbel’in hadisin fehvâsınca amel ettiğinin
belirtilmesiyle, Amr b. Şuayb rivayetleri için genel anlamda şüphelerini ortaya
koyan muhaddisin, özelde bu rivayeti sahih kabul ettiğini öğrenmiş oluyoruz.
AC. DÂVUD B. EL-MUHABBER:
17. Hadisin üçüncü rivâyeti olan Enes b. Mâlik
tarîkinin ravisi Ebû Süleymân Dâvud b. el-Muhabber hakkında münekkid
muhaddisler nezdindeki genel kanaat, yazarın da ayrıntılı olarak verdiği gibi
(s. 61), “zayıf/metrûk” olduğu yönündedir. Ancak “müfesser/gerekçeli cerh”
olarak tanımlayabileceğimiz tek tenkîdin sahibi olan Yahyâ b. Maîn, Dâvud için
şunları söyler: “Hadis rivayetiyle maruftur. Hadis yazarken hadis(le iştiğâl)i
terketti ve sonra mu’tezileden bir grupla arkadaşlık etti. Onlar Dâvud’u
bozdular. Dâvud sikadır”.[73]
“Dâvud yalancı değildir. Babası el-Muhabber b. Kahzem’den hadis yazdı(m). Dâvud
sika idi. Ancak hadisi ihmal etti ve daha sonra hadis rivayet etti”.[74]
İbn Maîn’in değerlendirmelerini esas alacak olursak; el-Hâris b. Ebî Üsâme (ö.
282/895)’nin “Müsned”i[75],
Taberânî (ö. 360/971)’nin “el-Mu’cemü’l-Evsat”ı[76]
ve Dârekutnî (ö. 385/995)’nin “Sünen”inde[77]
nakledilen bu rivayeti, İbn el-Muhabber’in “hadisle iştiğâli terkettiği” ve
“bozulduğu” ileri yaşlarında mı, yoksa gençliğinde mi “tahammül” ettiğine dair
elde bir bilgi yoktur. Ancak el-Mu’cemü’l-Evsat’taki tarîkde Dâvud b.
el-Muhabber, “haddesenâ ebî” diyerek hadisi babasından semâ ettiğini belirtir.
Bu da muhtemelen, namaz eğitimi ile ilgili hadisi sika kabul edildiği gençlik
yıllarında almış olduğuna bir işarettir. Rivayetin sonunda Taberânî, “bu hadisi
Enes b. Mâlik’in torunu Sümâme’den, Dâvud’un babası el-Muhabber b. Kahzem’den
başkasının işitmediğini” söyler. Oysa Dârekutnî’nin iki ravi vasıtasıyla,
el-Hâris b. Ebî Üsâme’nin ise vasıtasız olarak Dâvud b. el-Muhabber’den
aldıkları rivayette, Dâvud ile Sümâme b. Abdillah b. Enes arasında (babası
yerine) Abdullah b. el-Müsennâ vardır ki, bu zât Sümâme’nin kardeşinin oğludur.
Dolayısıyla sözkonusu rivayetin gerek Enes’den Sümâme ve Abdullah’a, gerekse
Muhabber’den Dâvud’a uzanan kısmı ayrı ayrı “çocukların babalarından rivayeti”
niteliğini taşımaktadır. Yazarın ilk iki rivayet için yaptığı “aile isnadı”
tanımlamasına (s. 57), böylece bir üçüncüyü daha ilave imkânı doğmuştur ki bu
durumun “metin tahlîlinde” yol gösterici bir rol üstlenebileceğini
düşünmekteyiz.
Yazarın; “akla dair uydurma rivayetleri topladığı
Kitâbü’l-akl isimli eserin müellifidir” diyerek tanıtmaya başladığı Dâvud b.
el-Muhabber için İbn Adiyy şöyle demektedir: “Dâvud’un aklın faziletleri
hakkında tasnif ettiği bir kitabı vardır. Bu kitapta müsned hadisler
bulunmaktadır ki, bunların hepsi ya da çoğu mahfuz değildir (münkerdir).
Kitâbü’l-Akl dışında Dâvud’un sâlih hadisleri de vardır. Yahyâ b. Maîn’in
dediği gibi, çoğu zaman hatâ ve tashîf yapardı. Yine onun dediği gibi, aslında
Dâvud sadûk’tur”.[78]
“Sâlih hadisler” ifadesi, sıhhatini tartıştığımız
hadis de dahil olmak üzere “Kitâbü’l-Akl” dışında kalan rivayetlerin i’tibâr
için yazılabileceğine, hatta bunların “hasen” derecesine ulaşabileceğine işaret
etmektedir.
En meşhur üç tarîk üzerindeki tahlîllere ilişkin
incelememizi sonlandırmadan önce, son yıllarda hatırı sayılır şekilde tırmanış
gösteren ve akademik çevrelerde rağbet bulan bir tenkit şeklinin, Hadis İlmi
kriterleri açısından taşıdığı mahzûra da temas etmemiz gerekecektir. Şöyle ki;
toplumun her dönem değişen telakkîleri doğrultusunda izahında güçlük çekilen ve
metninde problem görülen bir hadis rivayeti, hemen isnadı bakımından mercek
altına alınmakta, tek tek raviler hakkında “tabakât” kitaplarına bakılmakta,
haklarında muhaddislerin “genel” kanaatleri gözden geçirilmekte, bir veya
birkaç muhaddisin isnadda yer alan herhangi bir ravi üzerine söylediği cerh
ifâdesi, diğer bütün ta’dîl lafızları yok sayılarak öne çıkarılmakta, böylece
ihtilafsız ve kesintisiz “ma’mûlün bih” olmuş bir hadis metni bile “klasik
usûle uygun” tarzda aceleyle çizilip atılmaktadır. Oysa araştırma teknikleri
açısından eksik kaldığı için yanlış sonuçlara ulaştırması mukadder olan bu
tutum, hadis âlimleri nezdinde genel ifadelerle mecrûh addedilen bir ravinin
“rivayeti”nin, karineler mevcut olduğu zaman makbul duruma geçebileceği
gerçeğini de gözardı etmektedir. Zira cerh-ta’dîl âlimlerince bazen bir ravinin
zayıf kabul edilmesi, sikalarla olan münâsebetlerine bakılarak verilmiş genel
bir tanımlamadır ve onun her bir rivayeti için ayrı ayrı geçerli değildir.[79]
“Cerh-ta’dîl İlmi”nin sorumluluğunun bittiği yerde “İlel”in görevi başladığına
göre; ilkinin verilerinden hareketle ravinin bütün rivayetlerine aynı hükmü
tatbik etmek metodik bir hatâ olsa gerektir. Bir hadisin sened açısından sahih
ya da zayıf olup olmadığını tespit için, ravilerin kendi özel şartlarını da
hesaba katmak gerekir. Dirâyetü’l-Hadîs’in rolü de bu noktada devreye girer.[80]
Zikredilen sebeplere binâen, çocuğun namaz eğitimi
ile ilgili rivayetin farklı tariklerinde ismi geçen raviler hakkındaki “genel”
değerlendirmelerden çok, nakline ortak oldukları bu rivayet üzerindeki
muhaddis-fukahânın “özel” tavrını ortaya koymayı daha güven verici buluyoruz.
Yukarıda ta’dîl ve tecrîh açısından yaptığımız tespitler arasında yeri geldikçe
bu noktaya da temas etmiştik.
Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî başta olmak üzere önde
gelen muhaddislerin, isnâdını tahlil ettiğimiz hadisi eserlerine alarak muteber
addetmelerinin sebepleri arasında, birbirini takviye eden tarîklerin varlığı da
sayılmalıdır. Zira hadisleri “i’tibâr” için yazılan ravilerin rivayetleri –ki bunu
başlıklarda adı geçen üç raviden herhangi biri için de düşündüğümüzü
varsayalım- “mütâbi” ve “şâhid”lerle desteklendiği takdirde, genel
mülâhazalardan ayrı tutularak sahih sınıfına sokulmaktadır. Konuyla ilgili
olarak İbn Hacer el-Askalânî’nin bir tespitini önemli buluyoruz: “Seyyiü’l-Hıfz
ya da ne rivayet ettiğini bilmeyen muhtelit bir raviye, kendisi gibi veya
kendisinden üst seviyede olan bir başka muteber ravi mütâbeat ederse; aynı
şekilde hazfedilen ravinin bilinmediği mürsel veya müdelles isnâda mütâbeatta
bulunulursa, bunların hadisi lizâtihî olmasa da mütâbi’ ve mütâba’ların mecmûu
itibariyle artık hasen olur. Zira her birinin tek tek, doğru ve hatâya eşit
şekilde ihtimâli vardır. Bunlardan birine muvafık olacak şekilde muteber
ravilerden bir rivayet geldiği vakit, işbu iki ihtimalden biri tercih edilir.
İşte bu tercih, hadisin mahfûz olduğuna delalet eder ve hadis tevakkuf
derecesinden kabul derecesine yükselir. Ancak bununla birlikte hasen lizâtihî
rütbesinden de düşük bir konumdadır (yani liğayrihî hasendir). Bazıları bu
hadise mutlak olarak hasen demeye çekinmişlerdir”.[81]
Bir başka vesîleyle de şöyle der: “Bir haber, her biri zayıf olan iki tarîkden
geldiğinde, bir tarîk diğerini takviye eder. Tirmizî’nin bu hadise (Beğavî’nin
rivâyet ettiği zayıf bir hadis için söylüyor) hasen demesi bu nedenledir”.[82]
Namaz eğitimi ile ilgili hadisin, İbn Hacer’in sözünü ettiği hadislerden daha
iyi durumda olduğunu; hatta ilk iki tarîkin her biri için hasen ve sahih
diyenlerin bulunduğunu dikkate aldığımızda, diğer destekleyici tarîkleri hiç
hesaba katmasak bile,[83]
teknik açıdan hadisin sıhhatinden şüpheye mahal kalmamaktadır.
B. METİN YÖNÜNDEN
“Konumuzla ilgili hadîsin senedi de sağlam
gözükmemekle birlikte, metninin sahîh olabileceği ihtimalini gözönünde bulundurarak,
metin yönünden de tahlîl edilmesini ihtiyaten uygun görmekteyiz” (s. 63) diyen
yazar, bir paragraf sonra: “Gerçi metnin muhtevasını değerlendirmede varılan
sonucun değeri bir bakıma değerlendirenin kendisiyle de alâkalıdır... Nitekim
bir İslâm âlimine göre bir rivayet metninin muhtevası, yukarıda saydığımız
genel prensiplerden birine aykırı gelebilir, ancak bir başka İslâm âlimi aynı
prensibi esas alarak metnin muhtevasının o prensibe uygun olabileceğini iddia
edebilir. Dolayısıyla metin tahlîlinde de varılacak sonuçlar ve verilecek
hükümler içtihadî olmaktan öteye gidememektedir” (s. 64) şeklinde açıklamada
bulunarak, metin tahlîli ameliyesinin “göreceli”ğini işin başında kabul etmiş
olmaktadır. Ancak biz, “konumuzla ilgili hadisin senedininin sağlamlığından
şüphe etmemekle birlikte” metin yönünden yapılacak bir tahlîlin de hadisin
sıhhatine olan güveni pekiştireceğine inanıyoruz. Yazarın sened dışında kalan
diğer yönlerden yaptığı tahlillerin tümünü bu ana başlık altında ele alacağız.
18. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendi çocuklarını
bizzat cezalandırdığına dair hiçbir örneğin bulunmamasından hareket eden yazar,
Peygamber’in sözü ile fiili arasında çelişki gözüktüğünü belirtmektedir (s.
67). Oysa böyle bir çelişkinin varlığından sözedebilmek için, Hz. Peygamber’in
kendi çocuklarından birine on yaşından sonra namaz kılmayı emrettiğini, çocuğun
bu emre aldırış etmemesine rağmen dövme yoluna gitmediğini gösteren bir
rivayetin bulunması gerektiğini düşünüyoruz. Enes b. Mâlik’in “ondan bir defa
bile azar işitmediğini” söylemiş olmasından (s. 69), zaman zaman namaz kılması
yönündeki emirlere itiraz ettiği anlamını çıkarmak mümkün değildir.[84]
Bilakis, Enes’in Hz. Peygamber’in oğlu değil de hizmetçisi olması nedeniyle,
böyle bir itirâzî ve inâdî tavır takınması halinde en fazla Ebû Talha’nın evine
geri gönderilmesinin sözkonusu olabileceğini düşünmek daha makuldür.
19. Yazar, hadisin nebevî sünnete uygunluğunu ele
aldığı bölümde, kaynaklarda çocuğun namaz kılmaması halinde dövülmesini emir
veya tavsiye eden “ikinci bir rivayetin” ve namaz dışında çocuğun
dövülebileceğini emreden “sahih” bir hadisin bulunmamasını öne sürerek;
“dolayısıyla böyle bir rivayetin şâzlığı ortaya çıkmaktadır” der (s. 68). Oysa
bu ifadesiyle, “şâz hadis”in tanım ve tarifine uymayan bir yorumda bulunduğu
açıktır. Üstelik aynı sayfadaki 93 no’lu dipnotta zikredilen ve bir adamın,
uhdesindeki yetimi kendi çocuğunu dövdüğü kadar dövebilmesine izin veren hadis,
zayıf da olsa yazarın görüşü aleyhine delil teşkil etmektedir.[85]
20. Hadisin Hz. Peygamber’in genel sünnetine
aykırılığından bahisle onun, “bırakınız çocukları, mükellef çağına girdiği ve
bazı dinî emirleri yerine getirmediği ya da getiremediği halde hiç kimseyi
azarlamadığını ve tehdit etmediğini” (s. 69) öne süren yazar; bu iddiasını ispat
için, Enes b. Mâlik’in Hz. Peygamber (s.a.v.)’den bir defa bile azar işitmemiş
olması dışında bir başka delil getirmeye gerek görmemiştir. Mükellefler için
azarlama ve tehdîdi bile neredeyse dînî çerçevenin dışında tutan bu görüşün
–iyimser bir ifadeyle- maksadı aştığını düşünmekteyiz.[86]
Zira Hz. Peygamber’in, yapılmasına cevaz verdiği veya vahiyle ruhsat tanınan
bazı konularda, kendi tabîatı ya da bulunduğu konum itibariyle aksi yönde
davrandığına dair bazı rivayetlerin varlığı, onun yapmadığı/yapmak istemediği
her davranışın hukûken de imkansız olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim o,
mü’min olduğu halde ganîmette hîlekârlık yapan, Hayber Fethi sırasında bir
yahudiden az miktarda mücevher çalan, intihâr eden, geriye mal bırakmadan
borçlu olarak ölen kimselerin cenâze namazlarını kılmadığı halde, ashâbının
kılması için emir vermiştir.[87]
Allah’a yaklaşmaya (tekarrub’a) uygun bulmadığı bir çok “mubâh”ı terketmiş
olması da Peygamber’in kendine has özelliklerindendir. Bu konuda İbn Hazm’ın şu
tespiti önemlidir: “Yaslanarak yemek yemeği, yıkandıktan sonra kurulanmayı, Hz.
Âişe ve Fâtımâ’nın kapıları üzerine işlemeli perde asılmasını, yanında dirhem
ve dinar olduğu halde bir gece geçirmeyi ve bunlara benzer pekçok şeyi mubah
olduğu halde nefsi için iyi görmemiştir... Mûsıkîyi de takrîrî sünnetle
onayladığı halde -kaval sesini duyduğunda kulağını tıkayarak- ondan uzak
durmuştur”.[88]
Hicretin dokuzuncu yılında Hz. Peygamber ile
hanımlarının arasının açılmasına yol açan ve Ahzâb Sûresi’nin 28-29.
âyetlerinin inmesine neden olan olayların anlatıldığı rivayetlerde de
aydınlatıcı bazı ipuçlarına rastlamaktayız. Sözkonusu rivayetlerde, Hz.
Peygamber’in bir ay süreyle hanımlarından uzak kalmasından hemen önceki
günlerde, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in, Peygamberden kudretinin üstünde nafaka
isteyen kızlarını tokatlamak (boyunlarını dürtmek) için üzerlerine yürüdükleri
nakledilmektedir.[89]
İki büyük sahâbînin çocukları için teşebbüs etmekte beis görmemelerine, hatta
(Peygamber için düşündüğümüzde) buna Nisâ Sûresi 34. âyetteki “va’dribûhünne”
kavliyle ilâhî ruhsat da verilmiş olmasına rağmen Allah Rasûlü’nün, kendi
hâne-i saâdetinde “darb”ı bir te’dîb yöntemi olarak kullanmadığına şahit
oluyoruz. Bu da kanaatimizce, gerek sözkonusu âyette, gerekse konumuz olan
hadiste “dövme”nin, “en iyi yol” değil, “en son çâre” olarak tavsiye edildiğine
bir işarettir. Şu da unutulmamalıdır ki; ne her âile reisi bir “Peygamber”, ne
de her çocuk bir “Enes” dir. Bu yüzden, bir toplumun bütününü ilgilendiren
eğitim metodları üzerine söz söylerken, o toplumun genel karakter yapısını
hesâba katmak, Kur’an ve Sünnet’te karşımıza çıkan ahkâma dair meselelerde de
gözardı edilmeyişine kıyasla, önemli bir prensip olsa gerektir. Hz. Peygamber
sonrası Medîne’de ve diğer İslâm beldelerinde yaşayan halkın namaz eğitimi
hususundaki eğilimi Peygamberin emir ve tavsiyeleri ile şekillenmiş, yazarın
iddiası[90]aksine,
yaşayan sünnet/gelenek (living tradition) şeklinde değil, sünnete dayalı
yaşantı (traditional life) halinde süreklilik kazanmış ve ilgili rivayetler
fakihler tarafından asırlar boyu delil olarak kullanılmıştır.[91]
Yazarın duyduğu şüphenin doğruluğunu varsayarak, bu tür yöntemlerin her konuda
ötedenberi halk arasında uygulanagelen yaygın ve yanlış bir tutumun hadisleşmiş
tezâhürü olduğunu kabul etmiş olsak, bu sefer de Hz. Peygamber’den: “Namaz
kılmadıkları için çocukları dövmeyin” şeklinde uyarıcı bir ifadenin bu yöntemi
reddeden ulemâ marifetiyle niçin hadis formuna sokularak bize kadar intikal
etmediğini sormamız gerekecektir. Şu halde, fukahâ nezdinde böyle bir
uygulamanın varlığı ve toplumun pratiğine uygunluğu, sanıldığının aksine,
hadisin sıhhatini destekleyen bir göstergedir. Biz eldeki verilere istinaden,
te’dîb için dövmenin “yok”luğundan değil, “nihâî”liğinden sözetmenin daha
isabetli bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir yolun son çare olup
olmadığına karar verecek olan ise, çocuktaki baskın karakteri en başından beri
bilen ve şekillendiren “ebeveyn”den başkası değildir.[92]
21. Hadis metninde “dövme” anlamını ihsas edecek ön
şartın veya “namaz kılmazlarsa” şeklindeki sarîh kaydın lafzen bulunmamasını,
darb emrine farklı bir anlamın da yüklenebileceği şeklinde yorumlayan yazar,
“fa’dribûhum” kelimesini “onları sıkıştırın” şeklinde tercüme etmeyi daha makul
bulmaktadır (s. 72). Birkaç sayfa geride (s. 68) sözkonusu cümleye diğer
anlamın nasıl verildiğinin ayrıntılı izahını yapan yazar, burada ise “darabehû
ale’ş-şey’ – bir şeyden dolayı dövmek” anlamına dair günümüzde yapılan yorum ve
tercümelerin delile dayanmadığını iddia etmektedir. Sonra da kendisinin
yüklediği anlamın bir “faraziye”den ibaret olduğunu, bunu sözlük anlamıyla da
olsa ispatlayabilecek bir delîle sahip olmadığını söyleyerek, ve nihâyet bu
iddiâsının geçersizliğini bizzat ortaya koyarak (s. 72, dn. 108) kendi kendini
nakzetmektedir. Kendi fikrini kendisinin çürütmesini bir “sesli düşünme” olarak
değerlendirmemiz mümkündür. Ancak makalenin temel tezini ispatlamak için,
kelimelerin anlamı üzerinde değişiklik yapmayı bir çıkış yolu görmesi
düşündürücüdür.[93]
Bir dilin yazılı olan ve olmayan kurallarını, en
mükemmel biçimde, o dili konuşan ve o dille yazan insanların bildiğini
belirtmeye elbette gerek yoktur. Bir edatın belli bir kelimeye ne anlam
yüklediği lugatte açıkça belirtilmemişse bile, dinleyen ya da okuyan kimsenin
cümlenin gelişinden ve söyleniş şeklinden (kontekstten) o edatın anlam
bütünlüğüne yaptığı etkiyi çıkarması; aynı şekilde zamirlerin merciini tespit
etmesi zor bir iş değildir. Konumuz olan hadisin tartışmaya açılmak istenen
kısmına, asırlar boyu gerek kitâbiyât gerekse fiiliyâtta bir tek anlamın
yüklendiği ise şüphe götürmez bir gerçektir. Kaldı ki, yazarın kadîm
kullanımdan İbn Ömer’e ait bir örnek sunmuş olması da (dn. 108) klasik
anlamın/anlayışın doğruluğunu ispata kâfîdir. Ancak buna şu iki örneği de
ekleyebiliriz:
Şâfiî fakihi Ebû İshâk eş-Şirâzî (ö. 476/1083)
“el-Mühezzeb”de, çocuğa namazın ne zaman emredileceğini belirtirken: “Fe innehû
yü’meru bi fi’lihâ li seb’in, ve yudrabu alâ terkihâ li aşrin” (yedi
yaşında namaz kılması emredilir, on yaşında ise terketmesi nedeniyle dövülür)
diyerek harf-i cer ile zamîr-i muttasıl arasına mahzuf bir masdar takdir
etmekte ve cümleyi daha anlaşılır kılmaktadır.[94]
Onun eserini şerheden Nevevî (ö. 676/1277) ise, “ve yudrabâni alâ terkihâ izâ
beleğâ aşra sinîn” (erkek ve kız çocuk on yaşına geldiklerinde namazı
terketmeleri nedeniyle dövülürler) der.[95]
Mâlikî fukahâsından Ebû Bekr İbnü’l-Arabî (ö.
543/1148), Tirmizî’nin Sünen’indeki “Hizmetçinizi döverken Allah’ın adını anar
(ona sığınır)sa, elinizi çekin” hadisinin[96]
şerhinde şöyle bir cümle sarfeder: “Ve’l-yezkur lehû izâ darabehû mâ
darabehû aleyhi, ve in lem ya’rifhü inne hâzâ cezâühû” (döveceği zaman ona
kendisini ne için/neden ötürü dövdüğünü söylesin. Anlamazsa eğer, işte cezası
budur).[97]
Gerek Şirâzî’nin gerekse İbnü’l-Arabî’nin, biyografik eserlerde “fesâhat ve
belâğat”leri nedeniyle övgüye mazhar bulunan iki âlim olduklarını ayrıca
belirtelim.[98]
22. Makâlesinin son bölümünde, hadisin Psikoloji ve
Modern Din Eğitimi’nin verileri açısından bir tahlîlini yapan yazar, özellikle
Atalay Türkoğlu’nun “Çocuk Ruh Sağlığı” (Ankara 1983) isimli kitabından
aktardığı pasajlarla metne yönelik menfî kanaatini güçlendirmeye çalışmaktadır.
Adı geçen eserdeki cümleler özetle şöyledir: “Etkisi kısa süren bir yıldırma
yöntemi olan dayak cezasının eğitim ve öğretim aşamasında pekçok olumsuz
yönleri vardır. Çocukta heyecansal gerginlik, aşırı kaygı ve nörotik eğilimler
meydana getirir; kişiliğini ezer, kendine güvenini yok eder, yalana ve
ikiyüzlülüğe sevkeder, psikolojik bozukluklara sebep olur, kaçamak yapmak ve
boşluklardan yararlanmak eğilimi doğurur” (s. 76-77). Mehmet Emin Ay ise benzer
fikirleri şöyle dile getirmektedir: “Dayak cezasıyla yaptırılan bir din
eğitimi-öğretimi, bu baskının kalktığı yıllar olan ergenlik öncesi ve ergenlik
yıllarında, çocuğun ibadetleri terkeden, dinî değerlere sırt çeviren biri
olmasına sebep olabilir... Ebeveyn-çocuk ilişkilerini zedeleyen, aradaki sevgi
ve saygı bağlarını koparan bir ceza türü olan dayak ile ideal bir iman ve
ibadet eğitimi ve öğretiminin gerçekleştirilebileceği kanaatinde değiliz”.[99]
Ancak aynı yazarın, namaz eğitimiyle ilgili hadis sözkonusu olduğunda; “Gereği
gibi yerine getirilen eğitim-öğretim faaliyetlerinden sonra çocuk namaz
kılmamakta direniyorsa ve başvurulan manevî cezaların da fayda vermediği görülüyorsa,
artık bu durumda cezaî bir müeyyide olan dayağa, çocuğun psikolojik durumu
gözönüne alınarak ve çeşitli sınırlar dahilinde başvurulabilir... Kanaatimizce
bu hadis, namazın İslâm dinindeki önemini belirlemesi bakımından eğitim
amacıyla çocuğun dövülebileceğine izin verilen tek hadisdir... Bu hadisde bile
yaş noktaları pedagojik tesbitlerle tam bir uyum içindedir. Burada, dinin
temeli olan namaz ibadetini çocuğa kazandırmak için gerektiğinde onların belli
şartlara uyarak dövülebileceğine izin verilmektedir”[100]
demesi, genel anlamda “eğitimde ceza”, özelde ise “namaz için darb”ı tamamen
yok saymanın hatâsına işaret eder.[101]
Modern eğitim araştırmalarının ulaştığı genel sonuçların her yer ve zaman için
mutlak doğruluğundan/değişmezliğinden sözetmenin mümkün olamayacağı kabul
edilmesi gereken bir husustur. Zira sosyal/beşerî bilimler, tabiat bilimleri
gibi kesin denklemler ve belli sebep-sonuç ilişkileri içine (hiç değilse
ayrıntılarda) sıkıştırılamazlar. Aynı esnekliğe binâen yazar da Yörükoğlu ve
Ay’ın çalışmalarındaki görüşleri aktarmadan önce “çoğunluğuna bizim de
katıldığımız...” diyerek, katılmadığı kısımların varlığını imâ etmiştir.[102]
Bundan önce de belirttiğimiz gibi, darba başvurmak
arzu edilen ve hedeflenen bir yöntem olmayıp, aksine bunun; hoşgörü, teşvik ve
mükâfatın fayda vermediği hallerde uygulanan “manevî/tabiî ceza” şekillerinden
sonraya bırakılması ve başvurmamak için elden gelen gayretin gösterilmesi
elbette daha uygundur. Ancak çaresiz kalan anne-babanın, çocuklarına karşı
makul ölçüde bir darbı “son koz” olarak kullanmalarını faydasız görerek bu
hakkı ellerinden almak ve buradan hareketle hadisin sıhhatine gölge düşürmek
mutedil bir yaklaşım olmasa gerektir. Öyle sanıyoruz ki psikolog ve
pedagogların, taşıdığı risk ve zararı sebep göstererek reddettikleri şey,
çocukları ile ilişkilerini tamamen “dayak” üzerine kurmuş ailelerin içine
düştükleri metodik yanlıştır. Hatta “dayaktan da beter” diyebileceğimiz, tehdit
ve hakaret dolu söz ve bakışların, haftalarca süren küskünlük, kızgınlık, sevgisizlik
ve ilgisizlik dolu süreçlerin, çocuğun psikolojik yapısı üzerinde kalıcı
yansımalara neden olacağını söylemek için pedagojik formasyon sahibi olmamıza
da gerek yoktur. Ancak dayakçı bir eğitim tarzını daha başından asla tasvip
etmediğini bildiğimiz Hz. Peygamber’in “özel ruhsatına” konu olan bu durum,
kanaatimizce bu tür davranışları âdet edinmemiş aile reisleri içindir ve
uygulanması halinde zarar değil fayda getireceği umuluyorsa denenmelidir.[103]
Dolayısıyla karar, ebeveynin takdirine bırakılmıştır. Her halükârda bu takdir,
“Hâfizû alâ evlâdiküm fi’s-salâti” (Namaz konusunda çocuklarınızın üzerine
titreyiniz)[104]
hadisi gereğince, lüzum eden tedbîrin alınması yönünde kullanılmalıdır.
Bu noktada, daha önce 17 no’lu paragrafta da işaret
ettiğimiz üzere, rivayetin en sağlam üç tarîkinin, üç ayrı sahâbînin çocukları
ve torunları yoluyla nakledilmiş bir “aile hadîsi” olduğunu hatırlamamız
gerekiyor. Hz. Peygamber’in, ergenliğe yaklaştığı halde namaz kılmamakta ısrar
eden çocukların eğitimi için darbtan sözetmeye gerek duyduğu cümleleri, halka
açık ve geniş katılımlı sohbetler yerine; özellikle Abdullah, Enes ve Sebre
(r.anhüm) gibi yakın çevresindeki birkaç sahâbîyi tercih ederek (ya da onların
sorularına cevap mahiyetinde) söylediğini düşünmemize bir engel yoktur. Farklı
anlayış seviyesine sahip kitleler için “ıdribû” emri, darb’ın tokat’tan
kırbaç’a kadar değişebilen ve kesin ölçüsü belirtilmemiş bir ceza şekli olması
hasebiyle, maksadı aşan anlamlar ifade edebilirdi.[105]
Bu nedenle hadisin, önce Hz. Peygamber’in itidal ve insaflarından şüphe
etmediği genç ashâbına söylendiğini, onlardan da çocuklarına (jest, mimik ve
ses tonunun taklidiyle birlikte) en sağlıklı anlatım biçimiyle nakledildiğini
söyleyebiliriz.[106]
Kaynaktan uzaklaşıldıkça hadislerin söyleniş esnasında sahip oldukları bazı
nüansları yitirmeleri, metin üzerinde ihtilafa neden olan unsurlardan biridir.
Bu yüzden metinle ilgili problemlerin çözümünde “karine”
(destekleyici/açıklayıcı ipucu) arayışı kaçınılmazdır. Ancak ihtilafsız kabul
edilebilecek bir konu varsa, o da; belli şartları taşıyan “aile hadisleri”nin
isnad ve metinleri açısından “âlî” derecede kıymet ifade ettikleridir.[107]
Metne yönelik tenkidleri tahlil etmeye çalıştığımız
bu bölüme son vermeden önce, bir hususa daha temas etmekte fayda görüyoruz.
Şöyle ki; “metni tenkid etmek” gibi “öznelliğin” ağır bastığı yöntemlerde,
“salt metin” tenkid ediliyor gibi görünse de, hakikatte tenkid edilen
“münekkidin metinden anladığı”dır. İncelemeye çalıştığımız örnekte de
görüleceği gibi, akıllar ve anlayışlar farklı farklı olunca, aynı metin
üzerindeki sıhhat ve za’f’a yönelik değerlendirmeler de farklılık
arzetmektedir. Şer’î hukûku da ilgilendiren böylesi önemli konularda,
“tevakkuf”u tercih ederek acele karar vermemenin ve ma’kûl ile menkûlü
uzlaştırma yolunu tercih etmenin daha isabetli bir yaklaşım olduğunu
düşünüyoruz.[108]
Metnin illetli gürünen bir bölümü ayıklanmaya çalışılırken, aynı metinde yer
alan ve din eğitimi açısından büyük kıymet taşıyan diğer bölüm de ister istemez
hebâ edilmiş olmaktadır. Mütekaddim ulemânın, bir hadîsin sıhhatini tespitte
metinden ziyade ısrarla sened üzerinde durmuş olmalarındaki hikmet de
zannımızca burada gizlidir.
SONUÇ:
Herşeyden önce; yirmiiki maddede toplanan bu tahlîl
yazısının, çocukların namaza ve diğer ibadetlere alıştırılması ve ısındırılması
yolunda en etkili yöntemin “dayak”tan geçtiğini savunmak amacıyla kaleme
alınmadığını belirtelim. Bir müslüman çocuğun “kimliğini” şekillendirecek olan
namaz ibadetinin, yedi yaş gibi erken bir zamanda öğretilmeye başlanarak sıkı
takibe alınmasının, din eğitiminde vazgeçilmez yeri olduğu aşikardır. Eğitimin
en güzel şeklinin, şiddete başvurmak yerine, çocuktan istenileni “bizzat
yaşamak ve ona canlı örnek olmak” olduğu da bilinen bir gerçektir. Böyle
yapıldığı takdirde çocuk, namazın tıpkı oturup kalkmak, yemek içmek gibi tabii
bir davranış olduğunu görecek ve namaz kılmadığı zaman kendisinde bir eksiklik
bulunduğunu farkedecektir. Ancak üzerinde durduğumuz hadis, istisnâî durumlar
için sadece ebeveyne ayrıcalık tanıyan önemli bir tavsiye içermektedir ki,
çağdaş eğitim tarzına uymadığı önyargısından hareketle sened ve metin etrafında
-biraz da zorlama ve zayıf gerekçelerle- oluşturulan problem çemberinin temel
dayanağı da budur. Hz. Peygamber’in namaz eğitimi ile ilgili tartışma platformuna
çekilen ve “darb”a izin veren tavsiyesinin, onun genel sünnetiyle
bağdaşmamasının yanısıra, günümüze ve geleceğe ışık tutacak evrensel ilke ve
prensipler sunmaktan da uzak olduğu yönündeki iddia (s. 78-79), kendi adımıza
hadisin yeniden ve daha dikkatli biçimde incelenmesini zorunlu kılmıştır. Bir
süre öncesine kadar sorun çıkarmayan, dahası yazara göre “sorgulanmamış ve
hatta görmezden gelinmiş” bir hadis metninin, birdenbire sorguya alınarak
“cesaretle ortaya konulmuş tarihî bir yanlış” haline dönüşmesi, üstelik bunu
ispat için klasik usûlden de ikna edici görünen deliller sunulması, doğrusu
iddianın bizzat kendisini hadisten daha fazla şüpheli ve tahlîle değer hale
getirmiştir.
Sened açısından vardığımız sonuç, hadisin Abdullah b.
Amr ve Sebre b. Ma’bed’den gelen en önemli iki tarîkinin her birinin kendi
başına “fıkhî hüküm” çıkarmaya elverişli olduğu yönündedir. Bu noktada;
“Ahkâmın çoğu hasen tarîklerle (yani en üst seviyede olmayan sahih
rivayetlerle) sabit olmuştur” diyen Beğavî (ö. 516/1122)’nin sözlerini
hatırlamalıyız.[109]
Amr b. Şuayb ve Abdülmelik b. er-Rabî’in hadislerinin en zayıf tabirle “hasen”
derecesinde kabul edilmeleri, birlikte değerlendirildiğinde iki tarîkin en üst
derece “sahih”e dönüşmesini zorunlu kılmıştır ki buna, Ebû Hureyre, Ebû Râfi’,
Enes b. Mâlik’den gelen ve i’tibâr’a elverişli olan diğer zayıf tarikler dahil
değildir. Daha önce hiç sözetmediğimiz Hz. Ali’den rivayet edilen ve İmâmiyye
Şîa’sının delil olarak aldığı altıncı bir tarik daha daha vardır ki, diğer beşi
gibi onda da “on yaşına geldiklerinde dövün” ibaresi yeralmaktadır.[110]
Bunların yanısıra, ilk dönem Mâlikî fukahâsının eserlerinde kaydedilen, ancak
sened zincirinin ikinci halkasındaki ravi isimlerinin açıkça belirtilmediği
başka varyantların varlığından da sözetmemiz mümkündür.[111]
Namaz eğitimi ile ilgili hadis, rivayet tekniği
açısından sağlam ve güvenilir olduğu gibi, kendisine canlı bir gelenek halinde
eşlik eden “amel” ile de asırlar boyu desteklenmiş ve “vâkıâ”ya uygunluk
arzetmek suretiyle sayısız kere güven tazelemiştir.[112]
Zeydî ve Şiî ulemanın görüşleri de hesaba katıldığında, altı ayrı mezhebin
fıkhî eserlerinden sunduğumuz örnekler, ulaştığımız neticenin sağlamasını
yapmak için yeterlidir. Sadece Amr b. Şuayb’ın babası vasıtasıyla büyük
dedesinden naklettiği metin bile, üçüncü hicrî asırda Ahmed b. Hanbel, Yahyâ b.
Maîn, İshâk b. Râhûye ve Tirmizî tarafından sahih kabul edilerek amel edilmeye
elverişli bulunmuş, sonraki devirlerde Hâkim Nişapurî, İbn Abdilberr,
İbnü’l-Kattân, Nevevî, İbn Teymiyye, Zehebî, İbn Hacer, Süyûtî ve Ali el-Kârî
gibi hadis otoriteleri nezdinde de aynı itibarı korumuş ve “hadis metinlerinin
şâhid ve mütâbi’lerle birbirini takviye etmesi” esasına istinâden sıhhatinden
şüphe duyulmamıştır. Bu prensip, tecrübeye dayalı teknik bir kural olarak
benimsenmemiş olsaydı, bugün hiçbir eğitimci, akademisyen ya da din görevlisi;
“İlim tahsil etmek her müslüman üzerine farzdır” ibaresini Peygamber
efendimizin eğitime kıymet veren hikmetli bir hadisi şeklinde göğsünü gere gere
takdim edemezdi.[113]
Hadis metninde emir ve tavsiye buyrulan “darb”ı,
kökleri Hz. Peygamber’den en az 1500 yıl geriye uzanan bir te’dîb yönteminin
daha sınırlı biçimde devamı mahiyetinde anlayabiliriz.[114]
Ancak değişik vesilelerle söylediğimiz gibi, bu bir “tek çare” değil, “son çare”
olarak telakki edilmelidir. Anne ve babanın yedi ile on yaş arasında, üç yıl
süreyle bilfiil örnek olmak ve her namaz vaktinde iyilik ve güzellikle binlerce
kez çağrı ve teşvikte bulunmak[115]
üzere belli aşamaları geçmelerinden, bu da yetersiz kaldığı takdirde uyarı ve
tehditte bulunmalarından sonra; on yaşına (Hanefî ve Hanbelîlerin yorumuna göre
onbir yaşına) bastığı halde namaz kılmamakta direnen evlatlarına, miktarı ve
mahalli belli olan ölçülü bir “darb” uygulama haklarını ellerinden almanın,
hatta bunu modern eğitim metodlarından getirilen genel içerikli argümanlarla
destekleyerek hadis metninin sünnetle bağdaşamayacağına yormanın, rivayet
tekniği açısından olduğu kadar sosyal gerçeklik alanında da bazı problemler
doğuracağı kuşkusuzdur.[116]
Sözkonusu evrelere gereğince riayet etmemiş, hatta namaz konusunda kendileri
eğitime muhtaç bir ebeveyn için ise, bütün söylenenleri söylenmemiş farzetmek
en doğru davranış olmalıdır. Zira böylesi bir durumda, Hz. Peygamber’in
yaptığı/söylediği bir şeyi, aynı şekilde, aynı niyet ve maksada binâen yapmak
anlamındaki “teessî/mütâbea”dan bahsetmek mümkün değildir.[117]
Meselenin, metni doğru anlamak açısından bizce önem
arzeden bir başka cephesi de şudur: Çocuklarıyla ilişkilerini laçkalaştırmamış,
onları şımartarak isteklerine kendilerini köle etmemiş sağlam yapılı ailelerde,
anne-babanın güler yüzle yapacağı bir nasihat ya da bir ciddi bakış, belki bir
sert ifade bile eğitim için gerekli olan tesiri yapmaya yeterlidir.
Münasebetlerini daha başından sağlıklı bir zemin üzerine inşa edememiş aileler
için ise dayak, çocuğa söz geçirilemeyen her durumda sıkça başvurulan ve acil
netice vermekle birlikte geleceğe yönelik menfî izler bırakan bir terbiye (daha
doğrusu tecziye) şeklidir. Bu şartlar altında darbın, namaz da dahil hiçbir
konuda gerçek anlamda yaptırıma sahip ve devamlılık arzeden bir disiplin aracı
olamayacağı şüphesizdir. Kanaatimizce Hz. Peygamber’in hadisindeki dövme emri
de, esasen bu tür aileleri muhatap almış değildir. Onun bu umûmî emrini, hem
şefkate dayalı disiplin şeklini benimsemiş aile reislerine, hem de “çok özel”
durumlara tahsîs ederek anlamak en doğru yol olsa gerektir.[118]
Bu öylesine “özel” bir durumdur ki, sonraki hayatının bütününde çocuğun gönlüne
“kulluk bilincini” yerleştirecek, kaçılması ve terkedilmesi mümkün olmayan,
ekmek ve su kadar gerekli bir faaliyetin anlatılma yolunun son sınırıdır. Bu
sınır, aynı zamanda onun bedenini “ateşten”, rûhunu “ölüler diyarından”
kurtarmanın da sınırıdır.
ÖZET
ÖZET
“Marife”nin önceki sayılarında (Yıl: 2, sayı: 2, güz 2002, ss. 53-79) Doç. Dr. Mustafa Ertürk imzasıyla yayımlanan “Çocuğun Dînî Eğitiminde Kullanılan Bir Hadîs ve Tahlîli” başlıklı makaleyi eleştirel bir bakış açısıyla değerlendiren bu yazı, “Çocuklarınız yedi yaşına geldiğinde onlara namazı emrediniz; on yaşına geldiklerinde namaz kılmazlarsa dövünüz...” hadisini, sened ve metin açısından yeniden ve daha dikkatli bir biçimde incelemeyi hedeflemiştir. Yazar, sözkonusu hadis içerisinde yer alan ve namaz kılmaması halinde çocuğun dövülebileceğine dair emri içeren cümleler hakkında; “Hz. Peygamber’in sünnetiyle bağdaşmadığı, Hz. Peygamber’e isnad edilerek rivayet formuna dönüştüğü ve hadisleştirildiği” hükmünü vermiştir. Ancak aşağıdaki eleştiri yazısı, istisnâî durumlar için sadece ebeveyne ayrıcalık tanıyan önemli bir tavsiye içeren hadisin, teknik açıdan birbirini destekleyen sağlam senedlere sahip “sahih” bir rivayet olduğunu, kendisine canlı bir gelenek halinde eşlik eden “amel” ile de asırlar boyu desteklenerek “vâkıâ”ya uygunluk arzetttiğini, altı İslâm mezhebinin fıkhî görüşleri ışığında ispatlamaya; ayrıca hadis metnindeki mesajın, modern eğitim metodlarıyla –iddia edildiğinin aksine- çelişik bir durum arzetmediğini göstermeye çalışmaktadır.
[1] Bkz. İlkiyâ Deylemî,
Şîraveyh b. Şehredâr, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, Beyrut 1986,
II/404, no. 3795. Nevevî “et-Tenkîh”de hadis için “münker ve bâtıl” diyorsa da,
İbn Hacer onun bu hükmünü doğru bulmayarak hadisin “mürsel”, râvîlerinin de
“sika” olduğunu söylemektedir. Bkz. et-Telhîsu’l-Habîr fî Ehâdîsi’r-Râfiıyyi’l-Kebîr,
Medîne 1964, I/173.
[2] Örnek olarak bkz.
Cessâs, Ebû Bekr Ahmed, Ahkâmü'l-Kur'ân, Beyrut 1405, V/365; Kurtubî,
Ebû Abdillah Muhammed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kâhire 1372,
XVIII/195; İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmâil, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut
1401, IV/392.
[3] Tahrîm, 66/6. Pek çok
âyetiyle aile reîsini terbiyeden sorumlu tutan Kur’ân-ı Kerîm, “Ehline namazı
emret; kendin de ona sebat ile devam eyle” (Tâhâ, 20/132) buyruğuyla namaz
eğitimine dikkat çeker. Zira müslüman olanla olmayanı birbirinden ayırırken bir
alâmet-i fârika olarak “namaz”ın zikredildiği: “Günahkârlara; sizi şu yakıcı
ateşe sokan nedir? diye sorarlar. Onlar şöyle cevap verirler: Namaz kılanlardan
değildik…” (Müddessir, 74/43) ve “Nihayet onların (İsrailoğullarının) peşinden
öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, nefislerinin arzularına
uydular. Bu yüzden ileride (Cehennem’deki Gayyâ vâdîsine atılarak) hüsrâna
uğrayacaklar” (Meryem, 19/59) gibi âyetler, kurtuluşun önce âileden başlaması
gerektiğine atıf yapan ilk âyetin gerekçesidirler. Tahlilimize konu olan hadis
metninin Tahrîm Sûresi’ndeki âyetin tefsiri sadedinde kaydedilmesi ise, çocuğun
te’dîbi çerçevesinde başvurulması gereken her yöntemin, onu gelecekte ateşten
koruyacak bir mahiyet taşımasından ileri gelmektedir. Krş. Nevevî, Ebû
Zekeriyyâ Yahyâ, el-Mecmû (Şerhu’l-Mühezzeb), Beyrut 1996, III/12.
[4] Yıl: 2, sayı: 2, güz
2002, ss. 53-79.
[5] Yazarı, çocuğun dînî
eğitiminde kullanılan bir hadisi tahlîle sevkeden sebepler arasında, “Kutlu
Doğum Haftası” münasebetiyle 2000 yılında katıldığı panellerde sorulan sorular
(s. 77, dn. 127) ve bazı gazetelerin fıkıh köşelerinde yer alarak günlerce
medyada polemik konusu olan yazılar (s. 55, dn. 7) sayılabilir. Gerçekten de,
2001 yılının Temmuz ayında bir gazetenin köşe yazarının “Dînî Eğitime Başlama
Yaşı” başlıklı yazısı etrafında fırtına koparılarak konu ekranlara taşınmış,
özellikle de Yaşar Nuri Öztürk ile yapılan röportajlar uzun süre gündemi meşgul
etmişti. Bu vesileyle belirtelim ki Öztürk, 8 Temmuz 2001 tarihli Star
Gazetesi’ndeki köşesinde “Namaz Kılmayanlara Yaptırım Uygulanır mı?” başlığıyla
yayımlanan yazısında; “Namazla ilgili olarak İslâmın gerçek kabûlünü, Hz.
Ali’nin şu sözlerinden daha güzel açıklayacak bir söz bulunamaz: ‘Namazı
gücünüz yettiği kadar kılın. Şu bir gerçek ki, Allah namaz için kimseye azap
etmeyecektir.’ (İbn Hemmâm, el-Musannef, 3/78). Bir, ‘Konuşan Kur’an’ ünvanlı
Hz. Ali’nin sözüne, bir de fıkıh kitaplarında kurallaştırılanlara bakın! Ve bu
dînin ne hâle getirildiğini bir kez daha düşünün!” diyerek tehlikeli bir
tahrifin altına imza atmıştır. Zira, Musannef’te “Duhâ Namazı” babında yer alan
ve İbn Cüreyc’in Ca’fer b. Muhammed’den, onun da Hz. Ali’den naklettiği 4865
no’lu mevkuf haberin doğru tercümesi şudur: “Hz. Ali’ye, insanların ihdâs ettiği
bu namazdan (kuşluk namazından) bahsedilince şöyle derdi: Gücünüz yettiği kadar
kılın! Allah, namaz yüzünden (fazladan namaz kıldınız diye) azab etmez (fe
innallâhe lâ yüazzibü ale’s-salâti)”. Son cümlenin sıhhatli tercümesinin böyle
olması gerektiğine delil, aynı eserdeki 3467 no’lu yine Hz. Ali’ye ait bir
diğer rivayettir. Bkz. San’ânî, Ebû Bekr Abdü’r-Rezzâk b. Hemmâm, el-Musannef,
Beyrut 1403, III/78; II/305.
[6]
Yazar hadisin metin yönünden tahlîlini yaparken, “metnin muhtevâsını
değerlendirmede varılan sonucun değeri bir bakıma değerlendirenin kendisiyle de
alâkalıdır... Dolayısıyla metin tahlîlinde de varılacak sonuçlar ve
verilecek hükümler içtihâdî olmaktan öteye gidememektedir... Varacağımız sonuç
elbette içtihâdî olacaktır” (s. 64) diyerek, bir yandan başka metin yorumlarına
imkân tanımakta, diğer yandan sened yönünden yaptığı tahlîlin de içtihâdî olup
değişmez olmadığını imâ etmektedir. Bu imâya dair bir ipucu, sahih hadisin
tarifi ve şartlarıyla ilgili değerlendirmelerin içtihâdî olduğunu belirttiği
satırlarda göze çarpmaktadır. Bkz. s. 55, dn. 8.
[7]
İbn Hacer bu kelimeyi “Takrîb”de “Seriyye” şeklinde, peltek se’nin fethi ile;
bir başka eserinde ise yukarıdaki gibi “Süreyye” şeklinde okumakta ve feth ile
de okunabileceğini belirtmektedir. Bkz. İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, Takrîbü’t-Tehzîb,
Suriye 1986, s. 229, no. 2209; a.g.m, Tebsîru’l-Müntebih bi
Tahrîri’l-Müştebih, Beyrut ts., I/79. Her iki okuyuş tarzına, İbn Hacer’le
aynı devirde yaşamış olan bir başka muhaddisin eserinde de rastlamaktayız. Bkz.
İbn Nâsıri’d-Dîn, Muhammed b. Abdillah ed-Dımeşkî, Tavdîhu’l-Müştebih (fî
Dabti Esmâi’r-Ruvât ve Ensâbihim ve Elkâbihim ve Künâhüm), Beyrut 1993,
I/481.
[8] Bkz. el-Câmi’
fi’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, Beyrut 1992, II/290-291, no. 3250. Bu cümleyi iki
sayfa sonra yazarın kendisi de (kaynak vermeden) nakleder. Bkz. s. 59.
Tirmizî’nin sözlerine benzer bir ifadeyi İbn Abdilberr’in “et-Tekassî” adlı
Muvatta’ şerhinde kullandığını (s. 254-255) görmekteyiz: “Amr b. Şuayb’ın
babasından, onun da dedesinden rivayet ettiği hadisler, nakil âlimlerinin
çoğunluğu nezdinde makbuldür”. Bkz. Ahmed Muhammed Şâkir, Şerhu
Süneni’t-Tirmizî, İstanbul 1992, II/143. İbnü’s-Salâh ve Nevevî’nin aynı
mealdeki sözleri için bkz. Ulûmü’l-Hadîs, Dımeşk 1986, s. 315; et-Takrîb
ve’t-Teysîr li Ma’rifeti Süneni’l-Beşîri’n-Nezîr, Beyrut 1986, s. 87.
[9]
Muhammed b. Amr b. Mûsâ el-Ukaylî’nin, Ali b. el-Medînî gibi önde gelen bazı
muhaddisler hakkındaki müteşeddit tavrının, Zehebî tarafından; “Hiç aklın yok
mu ey Ukaylî? Kimler hakkında konuştuğunun farkında mısın?” denilerek
kınandığına işaret etmeliyiz. Bkz. Zehebî, Şemsüddîn Muhammed, Mîzânü’l-İ’tidâl
fî Nakdi’r-Ricâl, Beyrut 1995, V/169. Muhammed Zâhid el-Kevserî (ö. 1952)
ise, İbn Abdilberr ve Zehebî’nin Ukaylî hakkındaki tenkitlerine temas ederken
şöyle demektedir: “Ukaylî’nin Duafâ’sında fıkıh imamları efendilerimiz hakkında
rastgele söylenmiş pekçok söze rastlarız. O bunları (nassların zahirine bağlı
kalıp akıl yürütmeyi reddeden) haşviyyenin yoluna uymak suretiyle ve itikadının
bozukluğu nedeniyle söylemiştir. O, cerh konusunda müteannit olanların en
büyüklerindendir. Çoğunlukla menfî hüküm veren biridir... ”. Bkz. Leknevî,
Ebu’l-Hasenât Muhammed Abdülhayy, er-Raf’u ve’t-Tekmîl fi’l-Cerhi
ve’t-Ta’dîl, Beyrut 1987, s. 406, Ebû Ğudde’nin dipnotu; Zeylaî, Ebû
Muhammed Abdullah, Nasbu’r-Râye li Ehâdîsi’l-Hidâye,
İdâratü’l-Meclisi’l-İlmî, Hindistan 1973, I/57, “Takdimetü ‘Nasbü’r-Râye’ ve
Kelimetün an Fıkhi Ehli’l-Irâk”.
[10]
Örnek olarak bkz. İbn Adiyy, Abdullah el-Cürcânî, el-Kâmil fî
Duafâi’r-Ricâl, Beyrut 1988, V/114, no. 1281; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/321; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, Beyrut 1996, VIII/48-49, no.
5928.
[11] Ahmed b. Hanbel
“rivâyetlerinde münker olanlar vardır” demeden önce, “bazen onunla ihticâc ettik,
bazen de kalbimizde onun hakkında tereddüt hasıl oldu” der. Bkz. İbnü’l-Cevzî,
Ebu’l-Ferec Abdurrahman, Kitâbü’d-Duafâi ve’l-Metrûkîn, Beyrut 1406,
II/227, no. 2564.
[12] Yazar üç sayfa geride
(s. 54, dn. 4) rivayetin geçtiği kaynaklar arasında Ahmed b. Hanbel’in
“Müsned”ini de (III/404) sayar. Gösterdiği sayfada yalnızca Sebre b. Ma’bed
hadisi yer almaktadır. Oysa Müsned’de Amr b. Şuayb tarîkiyle Abdullah b. Amr b.
el-Âs’dan gelen iki rivâyet daha bulunmaktadır. Bkz. el-Müsned, İstanbul
1992, II/180, 187.
[13] Bu iki tabirin ilki
4. dereceden, ikincisi ise 6. dereceden cerh lafzıdır. Bkz. Tânevî, Zafer
Ahmed, Yeni Usûl-i Hadîs, (İnhâü’s-Seken ilâ men Yutâliu İ’lâe’s-Sünen
adlı iki mukaddimenin ikincisi; çev. İbrahim Cânan), İzmir 1982, s. 569-570.
Zayıftan kuvvetliye doğru tersinden sıralanarak yapılan bir başka tasnîfe göre
ise, ilki 2. dereceden, ikincisi ise 1. dereceden cerh lafzıdır. Bkz. Emîn Ebû
Lâvî, İlmu Usûli’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, S. Arabistan 1997, s. 256-264.
[14] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/320; “ve kâlû innemâ semia ehâdîse yesîraten ve ehaze sahîfeten kânet ındehû
fe ravâhâ”.
[15] İbnü’l-Cevzî, Kitâbü’d-Duafâ,
II/227; “ve kâle fî rivâyetin: hüve sikatün fî nefsihî”. Aynı rivâyet için bkz.
İbn Adiyy, el-Kâmil, V/115, no. 1281. Bu ikinci kaynakta Evzâî’nin de:
“Amr b. Şuayb’dan daha kâmil bir Kureyşli görmedim” dediği kayıtlıdır.
[16] Bkz. Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/320.
[17] Bkz. İbn Maîn, Ebû
Zekeriyyâ Yahyâ, Târîhu İbn Maîn (Rivâyetü’d-Dûrî), Mekke 1979, IV/462,
no. 5302; Mizzî, Ebu’l-Haccâc Yûsuf, Tehzîbü’l-Kemâl fî Esmâi’r-Ricâl,
Beyrut 1980, XXII/70, no. 4385. “Tevakkuf etmek gerektiğini” söyleyen ise Yahyâ
değil, Ebu’l-Feth el-Ezdî’dir. Bkz. İbnü’l-Cevzî, Kitâbü’d-Duafâ,
II/227.
[18] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/320.
[19] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
X/35-36, no. 7639. Nitekim aynı nedenle el-Müsennâ’dan hadis alanlardan biri de
Buhârî’dir. Talebesi Tirmizî, Muhammed b. İsmâil < İbrâhim b. Mûsâ <
el-Velîd b. Müslim < el-Müsennâ b. es-Sabbâh < Amr b. Şuayb... tarîkiyle
elde ettiği bir hadisi Sünen’inde zikretmiştir. Bkz. Tirmizî, Ebû îsâ Muhammed, es-Sünen, İstanbul
1992, III/32, no. 641.
[20] Mizzî, a.g.e.,
XXII/67; İbn Hacer, a.g.e., VIII/48, no. 5928; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/322; Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut 1413, V/166, no. 61.
[21] Ukaylî, Ebû Ca’fer
Muhammed, ed-Duafâü’l-Kebîr, Beyrut 1984, III/273, no. 1280.
[22] İbn Hacer, a.g.e.,
XI/167-168, no. 8757.
[23] İbn Hacer, a.g.e.,
XI/67, no. 8575.
[24] Bununla ilgili bir
değerlendirme, ileride 15 no’lu paragraf için düşülen bir dipnotta
zikredilecektir.
[25] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/323. Köşeli parantez içindeki cümle, Zehebî’nin bir diğer eserinde aynı
konuyu ele aldığı bölümden aktarılarak ilave edilmiştir. Bkz. Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâ, V/175. Hadisleri semâa değil de “buluntu kitap”a dayandığı
için tenkit edilen ravilerden biri olan İshâk b. Râşid el-Cezerî (ö. ?),
Ebu’l-Velîd et-Tayâlisî (ö. 227/842)’nin haber verdiğine göre,
Beytü’l-Makdis’te bulduğu İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124/742)’ye ait bir hadis
kitabından rivayette bulunmuştur. Bkz. Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed
en-Nişapurî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, Beyrut 1980, s. 110. Ancak Buhârî,
el-Câmiu’s-Sahîh’in birkaç yerinde bu ravi yoluyla Zührî’den (aynı metinde
İshâk’a başkası da iştirak ettiği takdirde) rivayette bulunmuştur. Bkz. İbn
Hacer, Hedyü’s-Sârî Mukaddimetü Fethi’l-Bârî, Kahire 1986, s. 389.
Yukarıda aktardığımız cümlelerinden bir sayfa önce Zehebî, bazı muhaddislerin
Amr b. Şuayb’ın hadislerini (noktalama işaretlerinin bulunmadığı bir devirde)
sahîfesinin tashîfe maruz kalmış olması ihtimaline binaen illetli gördüklerini
belirtmektedir. Bkz. Mîzân, V/322; Siyer, V/174. Şu durumda,
Buhârî’nin izlediği yöntemden yola çıkarak, Amr b. Şuayb’dan gelen ve vicâde
olduğu bilinen bir hadisi başka sağlam ravilerin mütâbi’ veya şâhid
mahiyetindeki rivayetlerinde de gördüğümüz vakit, bunu tashîften uzak ve sahih
bir metin kabul etmemiz yerinde olacaktır. Zehebî’nin “nazar”dan kastı da bu
olsa gerektir. Konumuz olan hadis ise, ileride (15 no’lu paragrafta) geleceği
üzere, Zehebî tarafından sahih addedilmiştir.
[26] Zehebî, Zikru
Esmâi Men Tüküllime fîhi ve hüve Müvessekun, Ürdün 1986, s.27. Bu eserde
isimlerini verdiği toplam 401 ravinin 183’ü, aynı zamanda Buhârî’nin de
ravileridir. Zehebî bir başka eserinde, Amr’ın babası < dedesi’nden yaptığı
nakilleri “hasen’in en üst mertebesi” olarak tanımlar ve birçok hadis hafızının
bu ve diğer bazı tarîkleri “sahih’in en alt mertebesi”yle nitelediklerini
belirtir. Bkz. el-Mûkıza fî İlmi Mustalahi’l-Hadîs, Beyrut 1405, s.
32-33.
[27] Buhârî, Ebû Abdillah
Muhammed, et-Târîhu’l-Kebîr, Beyrut ts., VI/342, no. 2578; ed-Duafâü’s-Sağîr,
Haleb 1396, s. 84, no. 261. Yine Ebû Amr’dan nakledilen bir başka rivayette ise
onun: “Herkesten hadis alıyorlar!” dediği kaydedilir. Bkz. Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl,
XXII/68. Babasından aldığı hadislerin tenkide konu olan gruba sokulamaycağı
aşikardır.
[28] Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr,
VI/342; Tirmizî, es-Sünen, II/140. Buhârî’den nakledilen benzer bir
cümlede, adı geçen zevâta ilaveten “Yahyâ b. Maîn, Ebû Hayseme ve İlim erbâbı
birçok şeyh”in Amr’ın hadisini müzâkere ederek huccet kabul ettikleri
kayıtlıdır. Bkz. İbn Ebî Ya’lâ, Ebu’l-Hüseyn Muhammed, Tabakâtü’l-Hanâbile,
Beyrut ts., I/273. Ayrıca Ahmed b. Saîd ed-Dârimî Amr için: “Arkadaşlarımız
onun hadisiyle ihticac etmiştir” derken, Ya’kûb b. Şeybe: “Arkadaşlarımızdan
hiçbirinin Amr hakkında bir şey dediğine rastlamadım” demektedir. Bkz. İbn
Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, VIII/50, 54.
[29] Zehebî’nin
eserlerinde bu ilave cümlenin geçtiği yerler için bkz. Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/320; Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, V/167; el-Muğnî fi’d-Duafâ, s.
484, no. 4662. Bir rivayette Ahmed b. Temîm, Buhârî’nin yukarıda naklettiğimiz
Amr’ı tevsîk eden sözlerini dinledikten sonra kendisine: “Onun hakkında menfî
yönde konuşanlar ne diyor?” diye sorar. Buhârî buna: “Amr b. Şuayb çok hadis
rivayet etti...diyorlar” şeklinde cevap verir. Bkz. Dârekutnî, Ebu’l-Hasen Ali,
es-Sünen, Beyrut 1966, III/51, no. 210. Bununla Ebû Amr b. el-Alâ’nın
sözlerini kastediyor olsa gerektir.
[30] Aslında sanıldığının
aksine Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh’te “Kitâbü’l-Libâs”ın ilk bab tercemesinde,
sened zikretmeksizin (ta’lîkan) Amr b. Şuayb rivâyetiyle istişhâd etmiştir.
“Bâbu kavlihî teâlâ” diyerek A’râf Sûresi’nin 32. âyetinin ilk cümlesini
verdikten sonra, “Ve kâle’n-nebiyyü s.a.v.” der ve mealen şu hadisi zikreder:
“Aşırıya ve tekebbüre kaçmadan, yiyiniz, içiniz, giyinip kuşanınız, tasadduk
ediniz”. Bkz. Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1992, VII/33. Hadisin
şerhinde İbn Hacer: “Bu hadis, Buhârî’de sadece muallak olarak bulunup bir
başka yerde vasl edilmemiş olan rivayetlerden biridir. Ebû Dâvud et-Tayâlisî ve
el-Hâris b. Ebî Üsâme Müsned’lerinde, hadisi Hemmâm b. Yahyâ < Katâde <
Amr b. Şuayb < Babası < Dedesi tarîkiyle mevsul/muttasıl olarak
zikretmişlerdir... Bu, Buhârî’nin, şeyhi Amr b. Şuayb’ı takviye için tuttuğu
bir yoldur. Sahîh’de sadece burada böyle bir işaret gördüm.” der. Bkz. Fethu’l-Bârî
bi Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Kahire 1987, X/265, no. 5783. İbn Hacer bu
rivâyeti kendisine ait senedlerle bir başka eserinde vasletmiştir. Bkz. Tağlîku’t-Ta’lîk
alâ Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut 1985, V/52-53. Hadis, Nesâî (no. 2559) ve İbn
Mâce (no. 3605)’de de bulunmaktadır.
[31] İbnü’s-Salâh ve
Nevevî’nin Usûl’lerinde “Çocukların babalar(ın)dan rivayeti” başlığı altında bu
yolla aktarılan iki nüsha üzerinde durulur. Bunlardan ilki Amr b. Şuayb’ın,
diğeri ise Behz b. Hakîm’in nüshalarıdır. Nevevî’nin “Takrîb”ini şerheden
Süyûtî’nin bildirdiğine göre; Behz’in nüshasını Yahyâ b. Maîn sahih kabul
etmiş, Buhârî ise el-Câmiu’s-Sahîh’de bu nüshayla istişhad etmiştir. (Çıplak
gusletmekle ilgili bir bâb başlığında zikredilen hadis için bkz. Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh,
I/73). Amr’ın nüshasını Behz’in nüshasından daha sağlam kabul edenlerden biri
olan Ebû Hâtim ise, Buhârî’nin (sözlü olarak) Amr’ın nüshasını sahih
görmesinin, Behz’in nüshasıyla istişhad etmesinden daha güçlü olduğunu
savunmuştur. Bkz. Süyûtî, Ebû Bekr Abdurrahman, Tedrîbü’r-Râvî fî Şerhi
Takrîbi’n-Nevâvî, Beyrut 1993, II/228. Kaldı ki biz bir önceki dipnotta,
Amr’ın nüshasının da istişhad makamında kullanıldığına işaret etmiştik.
[32] Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr,
IV/168, no. 2358. Aynı eserde Amr b. Şuayb’dan nakledilen başka hadisler de
vardır. Bkz. no. 2467, 3091, 3326. Buhârî’nin Amr’ın hadislerine yer verdiği
diğer iki eseri ve hadis numaraları şöyledir: et-Târîhu’s-Sağîr, Kâhire
1977, no. 7, 388, 1149; Halku Ef’âli’l-İbâd (“İlâhî Kelâmın Müdâfaası”
adıyla çev. Yusuf Özbek), İstanbul 1992, no. 136, 199, 218, 302, 440.
[33] İbn Adiyy, el-Kâmil,
V/115.
[34] Bkz. Buhârî, Cüz’ü’l-Kırâeti
Halfe’l-İmâm (el-Müsemmâ bihî Hayru’l-Kelâm), Cem’iyyet-i Muhammedî, Bombay
ts., s. 5, 6, 15; no. 14, 18, 57. Beyhakî’nin aynı ismi taşıyan eserinde üç
ravi yoluyla Buhârî’ye ulaştıktan sonra onun tarîkiyle Amr b. Şuayb’dan
naklettiği bir hadis için bkz. Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed, el-Kırâatü
Halfe’l-İmâm, Beyrut 1405, s. 49, no. 96.
[35] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
VIII/52. Bir başka eserinde İbn Hacer: “Tercih edilen görüşe göre Amr’ın
tercemesi kavîdir (şahsiyeti ve rivayetleri açısından sicili sağlamdır); ancak
herhangi bir teâruz bulunmadığı takdirde.” diyerek muhaddislerin ondan gelen
rivayetlere karşı aldıkları genel tavrı haber vermektedir. Bkz. Fethu’l-Bârî,
III/408, no. 1483. İbn Hacer’in bu sözünü Molla Ali el-Kârî (ö. 1014/1605), Amr
b. Şuayb’ın hadislerini savunma sadedinde son tespit olarak aktarır. Bkz. Kârî,
Ali b. Sultân Muhammed el-Herevî, Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut
1415, s. 642.
[36] Aslında bu ifadeler
de Nevevî’ye değil, Takrîb şerhinde Buhârî’den alıntı yapan Süyûtî’ye aittir.
[37] Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî,
II/226. Nevevî, el-Mecmû’da bir başka yerde de şöyle der: “Önceki fasıllarda da
belirttiğim gibi, muhaddislerin cumhûru Amr b. Şuayb’ın babası onun da
dedesinden aldığı rivayetle delil getirmeyi doğru/sahih bulmuşlardır”. Bkz. el-Mecmû’,
I/502.
[38] Süyûtî, a.g.e.,
a.y. İbn Hacer, el-Alâî’nin, babasından < dedesinden rivâyeti olanlar
hakkında (fî ma’rifeti men ravâ an ebîhi an ceddihî) büyük bir cilt kitap
te’lif ettiğini, kendisinin de bu kitabı telhîs ettiğini söyler. Bkz. İbn
Hacer, Nüzhetü’n-Nazar Şerhu Nuhbeti’l-Fiker, Beyrut 1989, s. 96-97.
Süyûtî’nin sözünü ettiği cüz’ün bu kitaptan bir bölüm olması muhtemeldir. İbn
Hacer’in hocası Bülkînî (ö. 805/1402), Amr’ın hadislerini savunmak maksadıyla
“Bezlü’n-Nâkıdi Ba’da Cehdihî fi’lihticâci bi Amr b. Şuayb an Ebîhi an Ceddihî”
isimli bir eser te’lîf etmiştir. Bkz. Bülkînî, Ömer b. Raslân, Mehâsinü’l-Istılâh
fî Tadmîni’bni’s-Salâh, Beyrut 1999, s. 273.
[39] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
VIII/52.
[40] “Fe kâle” ile “Ali b. el-Medînî” arasındaki iki noktayı ve
“Abdullah b. Amr” ile “Şuayb b. Muhammed” arasındaki vav harfini kaldırmak
suretiyle ibareyi okuduğumuzda anlam: “Ali b. el-Medînî, Abdullah b. Amr’dan
torunu Şuayb b. Muhammed’in hadis dinlediğini söyledi” şeklinde olacaktır.
[41] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/321.
[42] “Lâ suhbete lehû” tabiri “onunla bir sohbeti yoktur” değil, “o
(Amr’ın dedesi Muhammed) sahâbî değildir” şeklinde tercüme edilmelidir.
[43] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
VIII/53. Ayrıca bkz. Dârekutnî, Ta’lîkâtü’d-Dârekutnî ale’l-Mecrûhîn li’bni
Hibbân, Kahire 1994, s. 168.
[44] Amr’ın babası
Şuayb’ın, dedesi Abdullah’ın emriyle bir adamı Abdullah b. Ömer ve İbn Abbâs’a
soru sormak üzere götürdüğünü anlatan bu rivayet için bkz. Dârekutnî, es-Sünen,
III/50, no. 209. Aynı haberi eserine alan Hâkim Nişapurî, nakilden önce şöyle
demektedir: “Bu kitapta, Amr b. Şuayb’ın rivayetlerinin -kendisinden aktaran
ravi sika olduğu müddetçe- sahih görülmesi gerektiğine dair bol miktarda delil
zikrettim... Şuayb b. Muhammed’in Abdullah b. Amr’dan hadis semâ ettiğini
gösteren zâhirî bir delil arıyordum ki, ona da ancak şimdi ulaşabildim”.
Rivayeti naklettikten sonra da şöyle der: “Bu, ravileri sika ve hâfız olan bir
hadistir ve Şuayb b. Muhammed’in dedesi Abdullah b. Amr’dan hadis işittiğinin
sıhhati hususunda elle tutulmuş gibi kesin delildir”. Zehebî de “Telhîs”de
Hâkim’in sözünü aynen aktararak ona iştirak eder. Bkz. Hâkim, el-Müstedrek
ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, II/65[74-75], no. 246/2375. Şuayb’ın Abdullah
b. Amr ile birlikte Kabe’yi tavaf ettiğini anlatan bir başka hadis için bkz.
Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Beyrut 1994, V/93[150], no. 9332.
[45] Bkz. Dârekutnî, a.g.e.,
III/50, no. 207; III/51, no. 210. Ali b. el-Medînî’nin de Şuayb’ın dedesinden
semâını onayladığına dair bir rivayet, İbn Abdilberr’in kendi tarîkiyle
“et-Tekassî” adlı eserinde nakledilmektedir. Bkz. A. M. Şâkir, Şerhu
Süneni’t-Tirmizî, II/143-144.
[46] Bundan sonra yazarın:
“İbn Hibbân, bazı hadîsçilerin aile senediyle gelen rivayetin sahih olduğunu
beyan ettikleri zaman kendisinin bunu araştırdığını, ...” şeklinde başlayıp
devam eden cümlesinde (s. 60) önemli tercüme hataları göze çarpmaktadır. İbn
Hibbân’ın söylediği şudur: “Şeyhlerimizden biri, ‘Amr b. Şuayb, babadan <
dededen derken, Abdullah b. Amr’ın ismini açık olarak vermişse o hadis
sahihtir’ diyordu. Dediğini araştırdım ancak, güvenilir ravilerin Amr’dan
naklettikleri rivayetler arasında dedesi Abdullah b. Amr’dan semâ kaydının
bulunduğuna (yani isminin zikredildiğine) rastlamadım. Bu, Muhammed b. İshak ve
bazı ravilerin, dedesinin isminin Abdullah b. Amr olduğu (Muhammed olmadığı)
bilinsin diye söyledikleri bir şeydir. Böylelikle bu isim isnada sonradan
eklenmiş (idrâc edilmiş)tir”. İbn Hibbân, Ebû Hâtim Muhammed el-Büstî, Kitâbü’l-Mecrûhîn,
Haleb ts., II/73.
[47] Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fâdıle
li’l-Es’ileti’l-Aşrati’l-Kâmile, Beyrut 1994, s. 47.
[48] Bundan başka İbn
Teymiyye’nin, bir soruya cevap mahiyetindeki şu sözlerini de kaydetmeliyiz:
“Eimme-i islâm ve cumhûr-u ulemâ, Amr b. Şuayb’a kadar nakil sahih olduğu
takdirde, onun babasından < dedesinden rivayet ettiği hadislerle ihticac
etmişlerdir; Mâlik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, İshâk b.
Râhûye ve diğerleri gibi... Demişlerdir ki; Nebî (s.a.v.) zamanından kalma el
yazısı bir nüsha olması, onu daha güvenilir kılar ve sahihliğine daha çok
delalet eder...”. Bkz. Mecmûu Fetâvâ Şeyhi’l-İslâm Ahmed b. Teymiyye,
Mektebetü’t-Takvâ ts., XVIII/8-9.
[49] Bkz. Zeylaî, Ebû
Muhammed Abdullah, Nasbu’r-Râye li Ehâdîsi’l-Hidâye, Mısır 1357, I/296,
298.
[50] Hâkim, Müstedrek,
I/197[312]. Hâkim bu sözü, başka
vesilelerle de aktarmaktadır. Bkz. I/105[187]; I/500[679]. Aynı değerlendirme
daha önce İbn Adiyy tarafından da nakledilmiştir.
[51] Tedrîbü’r-Râvî,
I/60. Bu cümle için ayrıca bkz. İbn Adiyy, el-Kâmil, V/114; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl,
XXII/72; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, V/319. Ancak sözün kaynağının
Horasan’lı muhaddis ve “el-Müsnedü’l-Kebîr” sahibi el-Hasen b. Süfyân en-Nesevî
(ö. 303/915) olduğunu sonraki bir kaynaktan öğrenmekteyiz. Bkz. Bülkînî, Mehâsinü’l-Istılâh,
s. 273.
[52]
Bunun bulabildiğimiz tek istisnâsı, Sevvâr’ın Sâbit el-Bünânî vâsıtasıyla Enes
b. Mâlik’den rivâyet ettiği bir hadistir. Bkz. Makdisî, Ebû Abdillah Muhammed, el-Ehâdîsü’l-Muhtâra,
Mekke 1989, V/111, no. 1735.
[53] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, IV/267-268. Ayrıca
Dârekutnî’nin “hadisi i’tibar için yazılır” demekle birlikte, Sevvâr hadisini
“Sünen”inde zikrettiğini kaydedelim.
[54] Muhammed Nâsıruddîn
Albânî, namaz eğitimi ile ilgili hadisin tahkîkinde İshâk b. Râhûye’nin sözü
ile Yahyâ el-Kattân’ın “vâhin” değerlendirmesini yanyana koyarak
şöyle der: “Doğru olan ortasıdır. Amr b. Şuayb hasenü’l hadîs’tir. Onun
hadîsiyle mütekaddim imamlardan bir grup ihticâc etmişlerdir...”. Daha sonra
Amr’ın ravisi Sevvâr b. Dâvud’un ve diğer tarîkdeki Abdülmelik b. er-Rabî’in de
(muhâlefet edilmediği takdirde) “hasenü’l-hadîs” olduğunu belirten Albânî hadis
hakkında şu hükmü verir: “Abdülmelik’in hadisi, şâhidi olan Amr b. Şuayb
rivayetiyle birlikte sıhhat derecesine yükselir”. Bkz. İrvâü’l-Ğalîl fî
Tahrîci Ehâdîsi Menâri’s-Sebîl, Beyrut 1985, I/266-267.
[55] Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl,
V/323; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, VIII/53. İbn Hibbân’ın bu sözü “K.
el-Mecrûhîn”in elimizdeki baskılarında mevcut değildir. Zehebî ve İbn Hacer’in
işaret ettiği bu ifadeye onun Dârekutnî’ye ulaşan eserinin tahkikli basımında
rastlıyoruz. Bkz. Ta’lîkâtü’d-Dârekutnî ale’l-Mecrûhîn li’bni Hibbân
(Rivâyetü Ebî Muhammed el-Cevherî, Ebî Mansûr b. Hayrûn, Ebi’l-Fadl b. Ali, Ebî
Tâlib es-Sayrafî), Tahkik: Halîl b. Muhammed el-Arabî, s. 167-168. Muhakkik
dipnotta şöyle demektedir: “Bu metnin tamamı matbû nüshada eksiktir. Bu,
baskıda meydana gelen en kötü ıskât ve tashîften biridir ki, araştırmacıyı İbn
Hibbân’ın kastetmediği görüşü benimsemek gibi bir hatâya düşürür”.
[56] Zehebî, Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâ, V/175.
[57] Nevevî, el-Mecmû’,
III/11.
[58] Yahyâ b. Maîn, Ali b.
el-Medînî, Ebû Zür’a er-Râzî, İbn Adiyy gibi alimlerin bu mealdeki sözleri için
daha önce adı geçen kaynakların ilgili sahifelerine bakılabilir.
[59] Bkz. İbn Şâhîn, Ebû
Hafs Ömer, Târîhu Esmâi’s-Sikât mimmen Nukile anhümü’l-İlm, Beyrut 1986,
s. 221-222, no. 803.
[60] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
VIII/54-55.
[61] İbnü’s-Salâh, Ulûmü’l-Hadîs,
s. 178.
[62] Mâlikî muhaddislerin
aksine İmam Şâfiî ve önde gelen ashâbı (icâzetli olsun olmasın) vicâde ile amel
etmenin câiz olduğunu, sâhibine âidiyeti konusunda güven duyulduğu takdirde bu
tür hadislerle amel etmenin vâcip olduğunu söylemektedirler. Vicâde ile amel
hakkında öne sürdükleri delil ise Amr b. Şuayb’ın babası < dedesi yoluyla
naklettiği (ve başka tariklerle de desteklenen) bir hadistir. Bkz. Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, II/60-61.
[63] Amr b. Şuayb’ın
sahîfesini dededen toruna “icâzetli münâvele”, torundan oğluna da “tahdîs min
ğayri imlâ” yoluyla intikal etmiş hadis mecmûası olarak görmemiz mümkündür. Bu
tâbirler için bkz. Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, II/9, 43, 51. Abdullah b.
Amr’dan torununun oğlu Amr’a kadarki intikal şekline “icâzetli mükâtebe” de
diyebiliriz. Hadislerin kitâbet yoluyla (hem de icâzetsiz olarak) alınmasına
cevaz veren âlimlerden birinin, daha önce (6 no’lu paragrafta) geçtiği üzere
ehl-i hadîsi Amr b. Şuayb’ın kitaplarından sakındıran Eyyûb es-Sahtiyânî olması
oldukça ilginçtir. Bkz. Tedrîbü’r-Râvî, II/53. Ancak son tahlilde bu
hadislerin “bir bölümünün” semâ yoluyla intikal etmediğini kabul etmek gerekir.
Nitekim Sehâvî (ö. 902/1497), İbn Hacer’i kastederek şöyle der: “Şeyhimiz dedi
ki: Şuayb dedesinden o hadislerin bir kısmını mutlaka işitmiştir. Diğerleri ise
sahîfedir”. Bkz. Sehâvî, Ebû Abdillah Muhammed, Fethu’l-Muğîs bi Şerhi
Elfiyyeti’l-Hadîs li’l-Irâkî, Dârul-İmâm et-Taberî 1992, IV/190. Bu
noktada, İbn Hacer’in “vicâde-i sahîha” tabirini desteklemek amacıyla
Abdülfettâh Ebû Ğudde’nin İbn Kayyimi’l-Cevziyye’den aktardığı bazı tespitler
oldukça önemlidir. İbnü’l-Kayyim, Hasan-ı Basrî’nin Semüre b. Cündüb’den
rivayet ettiği şuf’a hakkına dair bir hadisin sıhhati hakkında şöyle demektedir:
“Hasan’ın Semüre’den hadis semâ ettiği doğrudur. Ancak yukarıdaki hadis olsa
olsa kitaptan nakledilmiştir. Ümmet, eskiden olduğu gibi şimdi de kitaplarla
amel etmeye devam etmektedir. Sahâbe, kitaplarla amel üzerinde müttefikti. Daha
sonra halîfeler de aynı şey üzerinde ittifak etmişlerdir. İnsanların ilim
konusundaki itimadı ancak kitaplaradır. Onlardaki ilimle amel edilmezse şerîat
iptal olur. Rasûlullah (s.a.v.) uzak ülkelere ve beldelere mektuplar yazardı.
Mektubun kendisine ulaştığı kimse onunla amel ederdi ve ‘bu kitaptır’ demezdi.
Daha sonra halîfeleri de böyle yaptılar ve günümüze kadar da aynı şekilde
geldi. Şu halde sünnetleri bu fâsid ve zayıf şüphe ile reddetmek tamamen
saçmalıktır. Hâfıza hıyânet eder, kitap ise hıyânet etmez”. Bkz. Zebîdî,
Muhammed Murtazâ (ö. 1205/1791), Bülğatü’l-Erîb fî Mustalahi Âsâri’l-Habîb,
Beyrut 1408, s. 216; Ebû Ğudde’nin tahkik notlarından naklen. Krş. İbn
Kayyimi’l-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed ed-Dımeşkî, İ’lâmü’l-Muvakkıîn,
Beyrut 1973, II/144. İbn Teymiyye’nin konuyla ilgili sözleri ise daha önce 48
no’lu dipnotta zikredilmişti.
[64] Ali b. el-Medînî’nin
“kitabı sahihtir” diyerek tevsîk ettiği bir başka ravi de Şebîb b. Saîd’dir.
Bkz. Tehzîbü’t-Tehzîb, IV/307. Kütüb-i Sitte ravileri içinde kitapları
için aynı ifadenin kullanıldığı isimler şunlardır: İbrâhim b. Süleymân (Yahyâ
b. Maîn), I/125; Üsâme b. Zeyd el-Leysî (İbn Hibbân), I/210; İshâk b. Muhammed
b. İsmâil (Ebû Hâtim), I/248; Temîm b. el-Muntasır (Ebû Dâvud), I/514; Hâtim b.
Yûsuf (İbn Kahzâd), II/132; el-Hüseyn b. Ali b. el-Velîd (Iclî), II/358; Hammâd
b. Üsâme b. Zeyd (Ahmed b. Hanbel), III/3; Saîd b. Seleme b. Ebi’l-Hüsâm (Ebû
Seleme et-Tebûzkî), IV/41; Süleymân b. Abdirrahmân (Ya’kûb b. Süfyân), IV/208;
Şucâ’ b. Mahled el-Fellâs (Ahmed b. Hanbel), IV/312; Sabâh b. Muhârib
(Abdurrahmân b. el-Hakem), IV/408; Abdullah b. Amr b. Ebi’l-Haccâc (Ya’kûb b.
Şeybe), V/336; Abdullah b. Avn (Osmân b. Ebî Şeybe), V/348; Abdullah b. Lehîa
(Ahmed b. Sâlih), V/376; Abdullah b. Nâfi’ b. Ebî Nâfi’ (Buhârî, Ebû Hâtim, İbn
Hibbân), VI/51; Abdurrahmân b. Ziyâd el-Ifrîkî (Ebû Dâvud), VI/175;
Abdü’l-Vâhid b. Vâsıl (Ahmed b. Hanbel), VI/440; Muhammed b. Ca’fer el-Hüzelî
el-Ğunder (Vekî b. el-Cerrâh, Yahyâ b. Maîn), IX/98; Muhammed b. Râfi’ b. Ebî
Zeyd (Müslim), IX/162; Muhammed b. Abdillah b. ez-Zübeyr (İbn Nümeyr), IX/255;
Muhammed b. el-Fadl es-Sedûsî Ârim (Zühlî), IX/405; Mâlik b. İsmâil b. Dirhem
(Ya’kûb b. Şeybe), X/4; Muallâ b. Hilâl (Vekî’), X/241; Nâfi’ b. Ömer el-Mekkî
(Ahmed b. Hanbel), X/409; el-Vaddâh b. Abdillah Ebû Avâne (Affân, Ebû Hâtim),
XI/117; el-Velîd b. Mezyed (Evzâî), XI/151; Yahyâ b. ed-Dureys b. Yesâr
(Abdurrahman b. Beşîr), XI/233; Yûnus b. Yezîd b. Ebi’n-Nicâd (Abdullah b.
el-Mübârek), XI/450. “Kitabı sahihtir” yerine “sâlihtir” denilen raviler: Hâtim
b. İsmâil (Ahmed b. Hanbel), II/128; Kays b. er-Rabî’ el-Esedî (Ya’kûb b.
Şeybe), VIII/394; Hemmâm b. Yahyâ b. Dînâr (Yezîd b. Zuray’), XI/69 gibi.
“Kitabı Lâ Be’se Bih’dir” denilen ravi:
Yahyâ b. Süleym el-Kuraşî (Ya’kûb b. Süfyân), XI/227.
[65] Hâkim, el-Müstedrek,
I/201, 258 [317, 389].
[66] A.g.e., ay.
[67] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
VI/393.
[68] İbnü’l-Kattân,
Ebu’l-Hasen Ali el-Fâsî, Beyânü’l-Vehmi ve’l-îhâmi’l-Vâkıayni fî Kitâbi’l-Ahkâm, Riyad 1997,
IV/137-138, no. 1578.
[69] Yazar, tahlîlini
yapacağı hadisin hadis kaynaklarında geçtiği yerleri kaydettiği bir dipnotta
(s. 54, dn. 4) Müstedrek’teki iki ayrı rivayetin yerini göstermiş, ancak az
önce naklettiğimiz sözlerin bulunduğu sayfayı (I/201) vermemiştir. Ayrıca
I/197’de Hâkim’in Amr b. Şuayb rivayeti için yaptığı ve bizim 15 no’lu
paragrafta naklettiğimiz açıklamalara da hiçbir şekilde temas etmemiştir.
[70] Tirmizî, es-Sünen,
II/260, no.407. Sahih bir isnâdı olmasa bile bir hadisin, “âlimlerin kabûlü ve
ameli” ile sıhhat kazanması ve Tirmizî’nin bu yöndeki sözlerinin “hadis
metninin” sahih bir aslı olduğunu
gösterdiğine dair bkz. Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fâdıle, s. 228-238;
Ebû Ğudde’nin notları. Tasnîf asrının önemli sîmâlarından biri olan Tirmizî’nin
hadisin senedi ve metni üzerindeki değerlendirmelerini gördükten sonra, yazarın
“... bu rivayetin en azından klasik hadîs usûlü kriterlerine göre gerçekten
sahîh olup olmadığı tartışılmamış, ne senedi ne de metni ayrıntısıyla tahlîl
edilmiştir. Aksine, Hz. Peygamber’in gerçek bir sözü imiş gibi kabul edilerek
değerlendirmeler ve yorumlar yapılmıştır.” (s.55) ve “hemen hemen hiç
sorgulanmamış ya da görmezlikten gelinen bir rivayet türüdür.” (s. 78)
şeklindeki tarizlerini güçsüz bir iddia olarak kabul etmemiz gerekecektir.
[71] Nevevî ise bu tarîk
için şöyle der: “Sebre hadisi sahihtir. Ebû Dâvud, Tirmizî ve diğerleri bu
hadisi sahih senedlerle rivayet etmişlerdir”. Bkz. el-Mecmû’, III/11.
[72] İbnü’l-Kattân’ın
eserini tahkik eden Dr. el-Hüseyn Âyet Saîd, hadisin dört farklı sahâbîden
rivayet edilen diğer tariklerini verdikten ve hepsi için ayrı ayrı
değerlendirme yaptıktan sonra: “Buna göre hadis, sâlih şâhidleriyle birlikte
sahih derecesine yükselir” demektedir. Bkz. Beyânü’l-Vehmi ve’l-îhâm, IV/137.
[73] İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
III/199-200. İbn Adiyy, onun (Basra yakınlarındaki) Abadan’da sûfîlerle
arkadaşlık ettiğini, hasırcılıkla meşgul olduğunu, daha sonra Bağdat’a
geldiğini İbn Maîn’den nakleder. Bkz. el-Kâmil, III/99. Ukaylî ise,
Basra’da hadis işittikten sonra Abadan’a geçtiğini, orada sûfîlerle beraber
olduktan ve hasır imal işiyle uğraştıktan sonra hadisi unuttuğunu, sonra
Bağdat’a geldiğini söyler. Bkz. ed-Duafâü’l-Kebîr, II/35, no. 458.
[74] İbn Maîn, Târîhu
İbn Maîn, IV/388, no. 4920. İbn Hacer’in nakline göre son cümle: “Ancak
hadisi ihmal etti ve kendisini ibadete verdi” şeklindedir. Bkz. , Tehzîbü’t-Tehzîb,
III/200. İbnü’l-Cevzî’nin ibaresi de İbn Hacer’le aynı olmakla beraber cümle
sonunda: “Yaşlanınca sahîfelerden hadis nakletti ve hata etti” ilavesi
bulunmaktadır. Bkz. Kitâbü’d-Duafâ, I/268, no. 1168. İbn Adiyy’de ise
şöyledir: “İhtiyarladığında ehl-i hadis ona geliyor, o da onlara hadis rivayet
ediyordu. Çok hata ve tashîf yapıyordu. Ancak kendisi sika idi”. Bkz. el-Kâmil,
III/99. Bu rivayetlerin varlığına rağmen Albânî’nin Dâvud el-Muhabber için:
“Yalancıdır, hadisiyle istişhâd edilmez, itibara mahal yok! (lâ kerâmete!)”
diyerek kestirip atması şaşırtıcıdır. Bkz. İrvâü’l-Ğalîl, I/267.
[75] Heysemî, Nûruddîn
Ali, Müsnedü’l-Hâris (Zevâidü’l-Heysemî), Medîne 1992, I/238, no. 106.
[76] Taberânî, Ebu’l-Kâsım
Süleymân, el-Mu’cemü’l-Evsat, Kâhire 1415, IV/256, no. 4129 [V/78-79,
no. 4141.
[77] Dârekutnî, es-Sünen,
I/231.
[78] İbn Adiyy, el-Kâmil,
III/100.
[79] Bu gibi raviler belli
bir şeyh, belli bir belde veya belli bir konuda sika olabilirler. Örneğin Ziyâd
b. Abdillah el-Bekkâî (ö. 183/799) genel anlamda zayıf bir ravi iken, Meğâzî
sahibi Muhammed b. İshâk (ö. 151/768)’dan rivayette insanların en sağlamıdır.
Zira onunla uzun süre beraber olmuş, İbn İshâk kendi kitabını Ziyâd’a iki kez imlâ etmiştir. Bkz. İbn
Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb,
III/375-376; Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, II/91. Aynı şekilde Hammâd b.
Seleme (ö. 167/783) vehim ve hatâsı çok olan bir ravi olsa da, Sâbit b. Eslem
el-Bünânî (ö. 127/745)’nin talebeleri arasında ittifakla en mevsûk kimsedir.
Bkz. Tehzîbü’t-Tehzîb, II/3, III/12-16. Şam Hadis Okulu, Mekke, Medîne,
Basra ve Kûfe gibi meşhur Hadis Okullarından daha düşük mertebede olmakla
birlikte, Meğâzî ve Siyer’de diğerlerinin önündedir. Bu konunun ayrıntıları
için bkz. Abdülkerim el-Vüreykât, el-Vehem fî Rivâyâti Muhtelifî’l-Emsâr,
Riyad 2000, s. 71-79.
[80] Cerh-Ta’dîl ile İlel
İlmi’nin birbirinden ayrıldığı hassas noktaya işaret eden Dr. Abdülkerim
el-Vüreykât: “İki ilim arasındaki bu açık farka bakınca, tashîh ve tad’îfte
yalnızca cerh-ta’dîl ehlinin bir ravinin sika ya da zayıf olduğu yönündeki
genel hükümlerini içeren sözlerine itimat ederek bunu ravinin bütün
rivayetlerine teşmil edenlerin metodundaki hatâ ortaya çıkıyor. Halbuki bu
genel hüküm, ravinin ilmî seviyesini tespit için yapılmış mücerred bir tasniften
ibarettir. Münekkit âlimler bununla, ayrı ayrı bütün rivayetlerine o hükmü
vermeyi kastetmezler” demektedir. Bkz. el-Vehem, s. 73. Benzer bir
ifadeye son zamanlarda yapılmış bir başka çalışmada da rastlamaktayız: “Hadisle
uğraşan çoğu kimse, çoğu zaman ravinin durumu ile rivayetinin durumunu
birbirine raptetme ve rivayet hakkındaki hükmü ravinin hükmüne bağlama
zahmetine girer. Böylelerine göre sika ravinin hadisi ebediyyen sahih, sadûk
ravinin hadisi sadece hasen, zayıf ravinin hadisi zayıf, kezzâb ravinin hadisi ise topluca mevzûdur”.
Bkz. Ebû Muâz Târık b. Ivadullah b. Muhammed, el-İrşâdât fî
Takviyeti’l-Ehâdîsi bi’ş-Şevâhidi ve’l-Mütâbeât, Kahire 1998, s. 78.
[81] İbn Hacer, Nüzhetü’n-Nazar,
s. 83. İbn Hacer’in talebesi Kâsım b. Kutluboğa (ö. 879/1474) Nuhbetü’l-Fiker’e
yazdığı hâşiyede son cümle üzerine şu izahı yapmaktadır: “İyice düşünüldüğünde,
bu rivayetin hasen lizâtihî’den bile üstün olması gerekir. Çünkü muteber olan
mütâbi’in hadisi zaten hasendir. Buna bir de mütâba’ olan hadisin eklendiğini
düşünelim... ”. Nüzhetü’n-Nazar şârihi Molla Ali el-Kârî ise: “İbn Hacer’in bu
sözü, diğer mütâbi’lere bakılmadığında doğrudur. Hadisin tek başına liğayrihî
hasen olduğuna şüphe yoktur. Ancak hep birlikte ele alındığında hiçkimse, biri
hasen lizâtihî diğeri liğayrihî iki tarîkten gelen bu hadisin, tek başına hasen
lizâtihî olan muârız başka bir hadise tercih edileceğinde şüphe etmez”
demektedir. Bkz. Şerhu Şerhi Nuhbeti’l-Fiker, s. 542. Başka tarîklerle
desteklenerek zayıf hadisin hasen, hasen hadisin sahih derecesine yükselmesiyle
ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Tânevî, Yeni Usûl-i Hadîs, s.
75-79.
[82] İbn Emîri’l-Hâc, Ecvibetü’l-Hâfız
İbn Hacer an Ehâdîsi’l-Mesâbîh, Beyrut 1987, Mesâbîhu’s-Sünne içinde, s.
82, 86.
[83] Yazarın senedle
ilgili tahlillere girmeden önce “Ebû Hüreyre rivayetinin senedinde Muhammed b.
el-Hasen el-Avfî isimli kişi cerhe maruz kalmış ve hiç kimse onu tevsîk
etmemiştir” diyerek değerlendirmeye almadığı tarîk için i’tibâra elverişli
olduğunu söylememiz mümkündür. Her ne kadar yazarın ifadesini destekler biçimde
Heysemî de Mecmau’z-Zevâid’de (I/294) “Muhammed b. el-Hasen’i tevsîk edeni
görmedim” diyorsa da, Yahyâ b. Maîn Kûfe’li olan bu ravinin “sika” olduğunu
belirtmiş, Zehebî ise: “Zayıf addetmişlerdir, ancak terkedilmemiştir” demiştir.
Bkz. İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, IX/118. Bezzâr’ın Müsned’inin
elimizdeki eksik baskısında bulamadığımız Ebû Hureyre rivayeti, Heysemî’nin bir
başka eserinde bütünüyle verilmiştir. Orada metnin arkasından Bezzâr’ın:
“Hadisin Ebû Hureyre’den bu isnad dışında rivayet edildiğini bilmiyoruz” dediği
kayıtlıdır. Bkz. Heysemî, Keşfü’l-Estâr an Zevâidi’l-Bezzâr
ale’l-Kütübi’s-Sitte, Beyrut 1979, I/172, no. 341. Değerlendirme dışı
bırakılan Ebû Râfi’ rivayeti ise Bezzâr’ın Müsnedi’nde “Rasûlullah’ın azadlısı
Ebû Râfi’in Müsnedi” başlığı altında geçmektedir. Bkz. Bezzâr, Ebû Bekr Ahmed, el-Müsned,
Beyrut 1409, IX/329, no. 3885; ayrıca Keşfü’l-Estâr, I/173, no. 342.
Aynı başlık altında, Ğassân b. Ubeydillah < Yûsuf b. Nâfi’ senediyle toplam
beş rivayet zikredilmektedir. Bunların ilkinde (no. 3882), Ğassân b. Ubeydillah
er-Râsibî < Yûsuf b. Nâfi’ b. Abdillah b. Nâfi’ b. Sâbit b. Abdillah b.
ez-Zübeyr denilerek ilk ravinin nisbesi, ikincinin ise nesebi verilmiştir. Bu
bilgi Ğassân’ın kimliğini tam olarak ortaya çıkarmıyorsa da, Yûsuf’un, Nesâî ve
İbn Mâce’nin ravisi olan Abdullah b. Nâfi’in (ö. 216/831) torunu olduğunu
göstermektedir. Ğassân’ın Yûsuf gibi bilinmeyen bir ravi olduğunu söyleyen
Heysemî (I/294), Bezzâr’ın Müsned’inden naklettiği aynı ravi zincirine sahip
bir başka Ebû Râfi’ hadisi hakkında “Bezzâr bunu şeyhi Ğassân b. Ubeyd’den
rivayet etmiştir. Ğassân’ı İbn Hibbân (Sikât, no. 14843) ve diğerleri onda
zayıflık bulunmasına rağmen tevsîk etmişlerdir” demektedir. Bkz. Mecmau’z-Zevâid,
Beyrut 1982, VIII/48. Oysa İbn Hibbân’ın sika kabul ettiği ravi “Ğassân b.
Ubeyd el-Mevsılî”dir. Bkz. es-Sikât, Dâru’l-Fikr 1975, IX/1, no. 14843.
Bezzâr’ın şeyhi ise “Ğassân b. Ubeydillah er-Râsibî”dir. Heysemî’nin ravi
isminde tashîfe düşmüş olması muhtemeldir. Ancak İbn Huzeyme, İbn Hibbân ve
Tîbî gibi muhaddislere tabi olarak, meşhur bir ravinin (ki burada Basra’lı
hadis hâfızı Ahmed b. Amr el-Bezzâr’ın) rivayetiyle “cehâletü’l-ayn” halinin
ortadan kalkacağını söyleyebiliriz. Bkz. Emin Âşıkkutlu, Hadiste Ricâl
Tenkîdi, İstanbul 1997, s. 126. Her iki raviyi de “mechûlü’l-ayn” kabul
etsek bile, hadisi i’tibâr için kullanmamızda bir sakınca olmasa gerektir. Bu
yöndeki bir açıklama için bkz. Mücteba Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri
Sözlüğü, Ankara 1992, s. 212. [Yazar Ebû Râfi’ rivayetiyle gelen hadisi
kaydederken “yollardaki fidanları kesenlerin lanetlenmiş olduğu” şeklinde
yanlış bir tercüme vermiştir (s. 65). Kanaatimizce doğrusu; “yollardaki arazi
sınırlarını belirleyen işaretleri kaldıranların... -min tühûmi’l-ard-”
olmalıdır]. Hadîsin, yazar tarafından işaret edilmeyen bir tarîki daha vardır
ki, bunun metninde “on iki yaşına geldiğinde dövün” ibaresi yer almaktadır.
Makdisî’nin zikrettiği bu rivayetin senedi şöyledir: Abdü’l-Mun’im b. Nuaym
< A’meş < Ebû Sâlih < Ebû Hureyre. Bkz. Makdisî, Muhammed b. Tâhir, Tezkiratü’l-Huffâz
(Etrâfu Ehâdîsi Kitâbi’l-Mecrûhîn li’bni Hibbân), Riyad 1994, s. 220, no.
529. Ancak Abdü’l-Mün’im’in ittifakla münker bir ravi olması nedeniyle hadis
i’tibâra elverişli değildir. Zira Ahmed b. Hanbel’in dediği gibi; “Münker
ebediyyen münkerdir”. Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-İlel, Riyad 1409, s. 120,
no. 281.
[84] Rivayete göre, Hz.
Peygamber Medîne’ye geldiğinde Enes b. Mâlik sekiz yaşındadır. Annesi Ümmü
Süleym elinden tutarak onu Hz. Peygamber’e hizmet etmek üzere teslim ettikten
sonra, Hz. Peygamber’in Enes’e “Sırrımı sakla ki mü’min olasın!” diyerek
verdiği ilk nasihatler arasında: “Evlâdım! Hiç durmadan namaz kılabiliyorsan
kıl! Zira sen namaz kıldıkça melekler de sana salât ederler” cümlesi de
mevcuttur. Aynı rivayetin başında Enes, Hz. Peygamber’in kendisine verdiği
sırrın ne olduğunu soran annesine ve Peygamber zevcelerine bunu asla
açıklamadığını, ayrıca Hz. Peygamber’in kendisini hiç dövmediğini, kötü söz
söylemediğini, azarlamadığını ve kaşlarını çatmadığını haber vermektedir. Bkz.
Ebû Ya’lâ, Ahmed b. Ali el-Mevsılî, el-Müsned, Dımeşk 1984, VI/306-309.
Bu metnin diğer varyantlarını ve hadisi “Mevzûât”ına alan İbnü’l-Cevzî’ye karşı
Süyûtî’nin itirazını birarada görmek için bkz. Süyûtî, el-Leâli’l-Masnûa
fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa, Beyrut ts., II/378-384.
[85] İbn Hacer’in
“el-Metâlibü’l-Âliye”sini Şihâbüddîn el-Bûsırî (ö. 840/1436)’nin
“İthâfü’s-Sâdeti’l-Mehera”sının muhtasarındaki değerlendirmelerle birlikte
yayına hazırlayan Habîbü’r-Rahmân el-A’zamî, 2538 no’lu hadis için düştüğü
dipnotta yazarın da belirttiği üzere, Hz. Peygamber’in müezzini Bilal (b. Rabâh
et-Teymî)’den gelen bu rivayetin el-Haccâc b. Ertât nedeniyle zayıf olduğunu
Bûsırî’den nakleder. Haccâc, Ahmed b. Hanbel ve Bezzâr’ın dediği gibi hadis
hâfızı bir kimse olmasına rağmen, irsâl-tedlîs yapması ve kibirli davranışları
yüzünden kınanmıştır. Bkz. Tehzîbü’t-Tehzîb, II/196-199. Ancak Beyhakî
“Sünen”inde bir cümle ilavesiyle aynı metni, Kitâbü’l-Vesâyâ’da “Yetimin
Te’dîbi” başlığını verdiği babda el-Hasen b. Abdillah el-Uranî adlı sika bir
tâbiîden mürsel olarak, Kitâbü’l-Buyû’da ise Câbir b. Abdillah’dan mevsûl
olarak tahrîc etmektedir. Bkz. es-Sünenü’l-Kübrâ, VI/6, 465 [285], no.
10993-94, 12672. Her biri zayıf olan bu üç tarîkin birbirini desteklediğini
söyleyebiliriz. Duhâ Sûresi’nin 9. âyeti uyarınca hadis metnini tenkit eden
yazarın sözkonusu âyete yüklediği anlam: “Yetîme gelince, sakın onu azarlama”
şeklindedir. Oysa “fe lâ takhar” ile nehyedilen, “azarlama”dan ziyade; yetimi
tahkir etme, ona zulmederek malına el koyma vs. şeklindeki bir
“ezme/aşağılama”dır. Âyetin “te’dîb gayesiyle azarlama”dan bahsettiğini
söylemek mümkün değildir.
[86] Câmi’ ve Sünen türü
hadis kaynaklarının “Kitâbü’l-Hudûd” bölümlerine kısaca bir göz gezdirmek bile
yazarın verdiği hükmün yanlışlığını ispata yeterlidir. Ancak biz Buhârî ve Ebû
Dâvud’un aynı senedle Ebû Hureyre’den rivayet ettikleri şu hadisi, metninde
“ıdribûhu” (dövün onu!) ibaresi geçtiği için örnek olarak verelim: “Allah
Rasûlü’ne şarap içmiş bir adam getirilmişti. ‘Dövün onu’ dedi. Kimimiz eliyle,
kimimiz ayağındaki sandalıyla, kimimiz de elbisesiyle vurmak suretiyle adamı
dövdük. İş bitince topluluktan biri adama: ‘Allah seni rezîl-rüsvâ etsin!’
dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): ‘Böyle söylemeyiniz, onun aleyhine
şeytana yardım etmeyiniz!’ buyurdular”. Buhârî, es-Sahîh, Hudûd 4,
VIII/14; Ebû Dâvud, es-Sünen, IV/620, no. 4477; İbn Hibbân, es-Sahîh,
XIII/37, no. 5730; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II/300. Yazarın “hiç
kimseyi azarlamamıştır” sözlerine tam ters bir ifade Ebû Dâvud’da (no. 4478)
bulunmaktadır. Rivayete göre, içki içen şahsa dayak atıldıktan sonra Hz.
Peygamber: “bekkitûhü (onu azarlayın)” emri vermiştir. Bu iki rivayette döven
ve azarlayanın bizzat Hz. Peygamber olmadığından hareketle, dînî emirleri
yerine getirmeyenlere karşı “müsâmaha ve hoşgörünün onun umumî uygulaması”
olduğundan sözetmek bizce sağlıklı bir yaklaşım tarzı değildir. Enver Şâh
el-Keşmîrî (ö. 1934)’nin: “kavlî hadis, fiilî hadisten daha fazla delil
olabilir” sözünü bu vesileyle kaydedelim. Bkz. Zaferullah Daudî, Pakistan ve
Hindistan’da Hadis Çalışmaları, İstanbul 1995, s. 216; Feydu’l-Bârî alâ
Sahîhi’l-Buhârî, II/296’dan naklen.
[87] Tahâvî, Ebû Ca’fer
Ahmed, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, Beyrut 1994, I/76-81.
[88] İbn Hazm, Risâletün
fi’l-Ğınâi’l-Mülhî(/Mülehhî) e-Mubâhun hüve em-Mahzûrun, Beyrut 1987, s.
437; Bayram Akdoğan, İbn Hazm el-Endülüsî’nin Mûsikî İle İlgili Hadislere
Bakışı, Dinî Araştırmalar, cilt: 2, sayı: 4, Mayıs-Ağustos 1999, s. 37’den
özetlenerek.
[89] Müslim, es-Sahîh,
İstanbul 1992, II/1104, no. 1478; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, IV/175, no.
2253.
[90]
Yazar: “Acaba İslâm âlimleri veya hadisi anlayan ve şerheden yahut nakledenler,
kendilerinin uyguladıkları namazı öğretme metodunu mu hadisleştirdiler?” (s.
70) şeklindeki sorusuna, iki sayfa ileride şöyle bir karşılık verir:
“Yukarıdaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla büluğ çağına varmayan bir
çocuğun namaz kılmadığı için dövülebileceği meselesi Hz. Peygamber’in
sünnetinden kaynaklanan bir husus olmayıp, büyük bir ihtimalle, Müslümanların
kendilerinin takip ettikleri bir eğitim metodunun sonucudur. Bu uygulamanın Hz.
Peygamber’e isnad edilerek rivayet formuna nasıl dönüştüğü meselesi ise elbette
ayrı bir problemdir...” (s. 72). Bu sözler kanaatimizce, fıkhî mezhepleri
kasıtlı olarak şahsa göre değil şehre göre isimlendiren J. Schacht (ö. 1969)’ın
ürettiği ve “amel”i “sünnet”in karşısına koyan “yaşayan sünnet” kavramıyla
paralellik arzetmektedir. Schacht’ın bu konudaki dört temel yargısının ve
sunduğu delillerin çürüklüğü için bkz. M. Mustafa el-A’zamî, İslâm Fıkhı ve
Sünnet - Oryantalist J. Schacht’a Eleştiri, (On Schacht’s Origins of Muhammadan
Jurisprudence, Riyad 1985’den çev. Mustafa Ertürk), İstanbul 1996, s. 75-90,
121-135.
[91] Usûl ve Furû
kitaplarında, konumuz olan hadiste zikri geçen emirlerin bütünü çocukla ilgili
birden fazla meselede delil olarak kullanılmış, bu arada darb’ın “te’dîb,
tehzîb, ta’lîm, temrîn ve ta’zîr” maksadıyla uygulanması gerektiği
vurgulanmıştır. Farklı mezheplere mensup fukahânın eserleri arasında, te’lif
bakımından zamanımıza uzak ve yakın olanlarından birer örnek verelim: [Hanefî]:
Cessâs (ö. 370/980), el-Fusûl fi’l-Usûl, Kuveyt 1994, II/74; İbn Âbidîn,
Muhammed Emin (ö. 1252/1836), Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr fî Şerhi
Tenvîri’l-Ebsâr, Beyrut 1386, I/352. [Mâlikî]: Sahnûn, Abdü’s-Selâm b. Saîd
(ö. 240/854), el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Beyrut 1994, I/191; Sâvî, Ahmed b.
Muhammed el-Halvetî (ö. 1241/1826), Bülğatü’s-Sâlik li Ekrabi’l-Mesâlik (ilâ
Mezhebi’l-İmâm Mâlik li Ebi’l-Berekât Ahmed ed-Derdîr), Dâru’l-Meârif,
Mısır ts., I/263-264. [Şâfiî]: Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed (ö. 505/1111), el-Mustasfâ
fî İlmi’l-Usûl, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut ts., s. 67; Remlî, Muhammed
b. Ahmed b. Hamze Şemsüddîn (ö. 1004/1596), Nihâyetü’l-Muhtâc ilâ Şerhi
Elfâzi’l-Minhâc, Beyrut 1984, I/391. [Hanbelî]: İbn Teymiyye, Takiyyüddîn
Ahmed (ö. 728/1328), el-Fetâvâ’l-Kübrâ, Beyrut 1988, II/8, 32;
Ruhaybânî, Mustafa b. Sa’d b. Abde (ö. 1243/1827), Metâlibü Üli’Nühâ fî
Şerhi Ğâyeti’l-Müntehâ, el-Mektebü’l-İslâmî, I/278. [Zeydî]: el-Mehdî li
Dînillâh, Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ (ö. 840/1436), el-Bahru’z-Zehhâr
el-Câmi’ li Mezâhibi Ulemâi’l-Emsâr, Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, II/54, 152;
San’ânî, Muhammed b. İsmail (ö. 1182/1768), Sübülü’s-Selâm Şerhu
Bülûği’l-Merâm, Kahire 1979, II/332. Bu konuda ayrıca bkz. el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye,
Vizâratü’l-Evkâfi’l-Kuveytiyye, Kuveyt 1992, XXVII/58-59.
[92] Hâdiseyi böyle bir
bakış açısıyla tahlil etmez de bu uygulamanın “sonradan” ortaya çıkmışlığına ve
rivayetin sahteliğine inanacak olursak, aynı şeyi bir şekilde “va’dribûhünne”
âyeti için de düşünebilmek mazur sayılacaktır. Bu emir, bir Kur’an âyeti değil
de birkaç ravinin naklettiği bir hadis metni olsaydı, şüphesiz o da kolayca
tenkid edilerek evrensel ilkelere aykırı ve yanlış din anlayışına götüren rivayetler
arasında yerini alacaktı. Bu tür bir ihtimal bile, herbiri ondört asırdır
müslümanlarca amel edilegelen menkûl metinden ibaret olan “hadis”in tenkid
edilebilirliği ile “âyetin” tenkid edilemezliği arasında cılız bir çizginin
varlığını vehmettirecektir.
[93] Benzer şekilde kimi
Kur’an âyetlerinde problem çıkaracağı düşünülen kelimelerin çevirisi için de
bazı mütercimler tarafından aynı metoda başvurulması, son yıllarda sıkça
karşılaştığımız bir manzaradır. Bu yönteme, ibâreyi kendi fikrine boyun eğdirme
(tatvîu’l-ma’nâ) de denilebilir.
[94] Şirâzî, Ebû İshâk
İbrâhim b. Ali b. Yûsuf, el-Mühezzeb, Beyrut ts., I/51.
[95] Nevevî, el-Mecmû’,
III/11.
[96] Tirmizî, es-Sünen,
IV/337, no. 1950; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, II/331, no. 1070.
[97] İbnü’l-Arabî, Ebû
Bekr Muhammed b. Abdillah el-Endelüsî, Ârıdatü’l-Ahvezî bi Şerhi
Sahîhi’t-Tirmizî, Mektebetü’l-Meârif ts., VIII/1130.
[98] Zehebî, Siyeru
A’lâmi’n-Nübelâ, XVIII/453, XX/199.
[99] Mehmet Emin Ay, Din
Eğitiminde Mükâfat ve Ceza, İzmir 1994, s. 185.
[100] A.g.e., s. 77.
Makale yazarı bu cümlelerle ilgili olarak: “Bu hadîsin sened veya senedlerinin
sahih olamayabileceği/olmadığı kaynaklarda belirtilseydi, acaba bu hadîsin
metninin pedagojik tespitlerle uyum içerisinde olduğu yine söylenecek
miydi?...” değerlendirmesini yapmaktadır. Oysa aynı soruyu zayıf/mevzû olduğu
halde din eğitiminde kullanılmakta olan çok sayıda hadis için de sormamız
mümkündür. Bu noktada her nedense “metin tenkîdi” olgusu, sadece tek yönlü
çalıştırılmaktadır. Ancak yine de bir metnin otantikliği ya da apokrifliği,
zaman, mekan ve telakkîlerin değişimine endeksli olmamalıdır. Aksine
değişim/farklılık, otantikliği ispatlanmış (isnadı sahih) bir metnin anlaşılma
ve uygulanma safhasında sözkonusu olabilir.
[101] İslâm eğitim
sisteminde “ceza”nın yeri hakkında bkz. Bayraktar Bayraklı, İslâm’da Eğitim,
İstanbul 1989, s.169-175.
[102] İngiliz ahlâk
filozofu John Locke (ö. 1704), eğitimde sert cezaların pek az fayda
sağlayacağını, buna karşılık çok kötü sonuçlar vereceğini savunmakla birlikte
şöyle demiştir: “Kabul etmek lazımdır ki, her çeşit karaktere sahip çocuklarla
karşılaşmak mümkündür; bazıları ile başka türlü başa çıkılamaz”. Bkz. M. Emin
Ay, a.g.e., s. 40; J. Leif - G. Rustin’in “Genel Pedagoji” adlı eserinden
naklen. Bu sözler, “Bir kimsenin çocuğunu terbiye etmesi, bir sâ’ (yiyecek)
tasadduk etmesinden hayırlıdır” mealindeki zayıf hadisi şerheden Münâvî (ö.
1031/1621)’nin söyledikleriyle paralellik arzeder: “Mev’iza, vaîd, tehdîd,
darb, habs, atıyye, nevâl (hediye)... te’dîb çeşitlerindendir. Temiz ve asil
bir nefsi eğitmek, kötü ve alçak bir nefsi eğitmekle bir değildir”. Bkz.
Münâvî, Abdü’r-Raûf b. Ali, Feydu’l-Kadîr Şerhu’l-Câmiı’s-Sağîr, Mısır
1356, V/257. Ancak Münâvî’den de dört asır önce, İbn Miskeveyh (ö. 421/1030) ve
Gazzâlî (ö. 505/1111)’nin fikirlerinden etkilendiği bilinen bir diğer eğitimci
İbnü’l-Hâc el-Abderî (ö. 737/1336): “Ceza çocuğa göre değişir. Birine sadece
bir kaş çatma, diğerine azar, bir üçüncüsüne ise dayak gerekir. Ancak on yaşın
aşağısındaki bir çocuk dövülmemelidir” demektedir. Bkz. M. Emin Ay, a.g.e.,
s. 92. XIX. yüzyılda gerçekleşen “Çağdaş Eğitim Reformu”na yön veren “Çocuktan
Hareket Akımı”nın XX. yüzyıldaki ilk temsilcilerinden olan Ellen Key (ö. 1926),
“ilk üç yaşta bedenî cezalara az miktarda yer verilebileceğini” öne sürerken
(krş. a.g.e., s. 45), ondört asır önce Hz. Peygamber: “Lâ tadribû
evlâdekümü’l-etfâl” (7-8 yaşlarına ulaşmamış gayr-ı mümeyyiz çocuklarınızı
–ağladıkları için- dövmeyiniz) buyurarak daha insaflı bir metodu tavsiye
etmişti. Bkz. Deylemî, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb, V/53, no. 7436.
Yakın anlamlı bir başka hadis için bkz. Süyûtî, el-Leâli’l-Masnûa, I/98.
Dolayısıyla modern eğitimcilerin öngördükleri yöntemlerden yola çıkarak, İslâmî
terbiye ölçülerini belirleyen hadisleri tenkit etmek her zaman doğru sonuçlar
vermeyebilir. Nitekim Prof. Dr. M. Osman Necâtî, “el-Hadîsü’n-Nebeviyye ve
İlmü’n-Nefs” adlı eserinde, “geç çocukluk çağı” denilen 9-12 yaşlar arasındaki
bir çocuğun ahlâkî ve dînî ölçülere karşı çıkarak sapma eğilimi göstermesi
halinde şiddetli olmayacak ve ceza verene karşı benliğine nefret tohumu
ekmeyecek ölçüde dövmenin faydasından bahsettikten ve İbn Sînâ’nın
“Kitâbü’s-Siyâse”sinden bu yönde sözler aktardıktan sonra şöyle demektedir:
“Çağdaş eğitimciler cezalandırma konusunda farklı düşünmektedirler. Bir kısmı,
bazı durumlarda cezalandırmanın çocuğun eğitiminde yararlı olacağını söylerken;
bir kısmı, çoğunlukla çocuğun kimliğinin oluşmasına zarar vereceği kaygısıyla
cezalandırmaya karşı çıktılar. Birçok aile, özellikle batı ülkelerinde, çocuğun
terbiyesinde cezalandırmayı kullanmaya karşı çıkan görüşü benimsediler. Ancak
eğitimciler, gençler arasında umursamazlık, sorumsuzluk, sapıklık eğiliminin
arttığını gördüler ve bu yüzden ceza kullanmamayı savunan bazıları önceki
görüşlerini gözden geçirdiler. Bazı durumlarda cezalandırmanın, sevgi, şefkat
ve anlayışa doymuş bir ailede, usûlüne uygun verildiğinde yararlı olduğuna ikna
olmaya başladılar. Böylece çağdaş eğitimciler, daha önceden İslâmın ortaya
koymuş olduğu, biraz önce Rasûl (s.a.v.)’in hadisinde geçtiği gibi... ilk
müslüman terbiyecilerin uyguladığı İslâm prensiplerine dönmeye başladılar”.
Bkz. Hadis ve Psikoloji (çev. Mustafa Işık), Ankara 2000, s. 241-243.
[103] Nitekim Mâlikî
fakihlerden Ebu’l-Berekât ed-Derdîr “Ekrabü’l-Mesâlik” adlı eserinde: “Darbın
yeri, fayda vereceği umulduğu zamandır. Aksi halde buna başvurulmaz”
demektedir. Bkz. Sâvî, Bülğatü’s-Sâlik li Ekrabi’l-Mesâlik, I/263-264.
Bu görüşün Mâlikî mezhebinin genel kanaati olduğuna dair bkz. el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye,
XXVII/59. Mâlikîler namaz emrini diğer üç mezhebin hilâfına “nedb”e
hamlederken, değnek ve kamçı gibi sert cisimlerle vurmayı reddeden Hanefî (ve
Hanbelî)lerin aksine, çıplak elle olmadan da vurulabileceğini, üstelik bunu
“üç”le sınırlandırmamayı savunurlar. Bkz. a.g.e., ay. Te’dîb için darbta
üç kereyi aşmamak, Hz. Peygamber’in ashâb-ı suffe’den muallim Mirdâs b. Mâlik
el-Eslemî’ye verdiği nasihatin yanısıra, Amr b. Şuayb’ın babası < dedesi
kanalıyla rivayet ettiği şu hadise dayanır: “Allah Rasûlü müeddibin üç darbeden
fazla vurmasını yasakladı”. Ancak Amr b. Şuayb’dan sonra isnadda ismi geçen
Ömer b. Mûsâ b. Vecîh ittifakla “münker” bir ravidir. Bkz. İbn Adiyy, el-Kâmil,
V/12, no. 1187. Hanbelî fakih İbn Abde er-Ruhaybânî ise, Süyûtî’den naklen İbn
Süreyc’in, Cibrîl (a.s.)’in vahyin başlangıcında Hz. Peygamber’i üçten fazla
sıkmamış olmasına binâen “üçten fazla vurulmaz” dediğini zikreder. Bkz. Metâlibü
Üli’Nühâ fî Şerhi Ğâyeti’l-Müntehâ, I/278. Darb esnasında yüze vurmamak,
Hz. Peygamber’in tavsiyeleri doğrultusunda –yaşça büyük insanlar için bile-
genel kabul görmüş bir husustur. Bkz. Buharî, es-Sahîh, Itk 20,
III/125-126. Hanefî ve Hanbelîler, namazı emretmek ve terki halinde darbetmenin
vücûbu için başlangıç sınırını sekiz ve onbirinci yaşların başı olarak tayin
ederler. Bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/352; el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye,
XXVII/59. Mâlikîler ise aynı konuda yedi ile onuncu yaşın başlangıcını sınır
kabul ederler.
[104] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ,
III/119 [84], no. 5094-5096; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, IX/236, no.
9155.
[105] Nitekim Mâliki fakihi
Eşheb b. Abdilaziz el-Kaysî (ö. 204/819), Medîne fukahâsı nezdindeki “amel-i
naklî”yi gösterir biçimde, hocası İmam Mâlik’in şöyle dediğini nakleder:
“İnsanların çoğunun vurduğu ve bunda da haddi aştığı gibi vurulmaz (yani ancak
hafifçe vurulabilir)”. Bkz. Ruaynî, Ebû Abdillah Muhammed Hattâb (ö. 954/1547),
Mevâhibü’l-Celîl fî Şerhi Muhtasari Halîl, Beyrut 1398, I/412. Bu
sözler, Medîne’deki genel yönelim ile Hz. Peygamber’in özel tavsiyesi
arasındaki uygulama farkını göstermesi bakımından önemlidir.
[106] Yazarın s. 68-69’daki
93 no’lu dipnotta işaret ettiği üzere, Ümmü Eymen’in ifadesiyle Hz.
Peygamber’in “ehli beytinden bazılarına” yaptığı tavsiyeleri arasında geçen:
“Ve lâ terfa’ anhüm asâke edeben! - Aile halkından te’dîb için sopayı refetme
(yani göremeyecekleri yere koyma)!” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/238;
Abd b. Humeyd, el-Müsned, no. 1594) hadisi, muhtevası bakımından
günümüzdeki bazı eğitim uygulamalarına uygunluk arzeder. Örneğin Amerika’nın
bazı eyaletlerindeki okullarda, öğrencilerin görebileceği bir yerde sopa ve
cetvel bulundurma geleneği sürdürülmektedir. Bkz. M. Emin Ay, a.g.e., s.
73, dn. 191; Atalay Yörükoğlu’nun “Değişen Toplumda Aile ve Çocuk” adlı
kitabının 132. sayfasından naklen. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, yazarın da
belirttiği gibi, bu vasiyetin Hz. Peygamber’in yakınındaki ashâba yapılmış
olmasıdır. (Pekçok kaynakta Ümmü Eymen dışında, Hz. Peygamber’in azatlısı
Ümeyme, Ubâde b. es-Sâmit, Ebû Zerr, Sevbân ve Ebu’d-Derdâ’dan da nakledilen bu
hadis, sadece Buhârî’nin bir eserinde “Ve lâ terfa’ asâke alâ ehlike”
lafzıyla rivayet edilmiştir. Bkz. Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no. 18.
Emri açıklar mahiyette cümle sonunda zikri geçen “edeben” kelimesi ise yalnızca
Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde bulunmaktadır. İbn Hacer, birden fazla “şâhid”
nedeniyle hadisin hasen derecesinde olduğunu söyler. Bkz. el-Emâli’l-Mutlaka,
Beyrut 1416, s. 73-75). Hz. Peygamber’in kadınların dövülmesini önce yasaklayıp
sonra bu yasağı kaldırması üzerine, hâne-i saâdete bir gecede yetmiş kadın
sahâbî dayak yedikleri için şikayete gelmiş; aşırıya kaçıldığını gören Hz.
Peygamber bu sefer: “Bu döven şahıslar en hayırlılarınız olamaz” buyurmak
zorunda kalmıştı. Bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII/496 [304].
[107] İbnü’s-Salâh, iki
ravi vasıtasıyla Ebu’l-Kâsım Mansûr b. Muhammed el-Alevî’nin şöyle dediğini
nakleder: “İsnâdın bir kısmı avâlî (kaynağa yakın), bir kısmı ise meâlî
(iftihar vesilesi)dir. Bir kimsenin bana babam dedemden haber verdi demesi
meâlî’dendir”. Bkz. Ulûmü’l-Hadîs, s. 317; Sehâvî, Fethu’l-Muğîs,
IV/187; Ensârî, Ebû Zekeriyyâ Muhammed, Fethu’l-Bâkî bi Şerhi
Elfiyyeti’l-Irâkî, Beyrut 1999, s. 562. Amr b. Ebî Seleme (ö. 213/828)’nin
haber verdiğine göre İmam Mâlik (ö. 179/795), Zühruf Sûresi 44. âyetteki “Bu
Kur’an, senin ve kavmin için bir hatırlatma/şeref/beyan’dır. Hepiniz ondan
sorulacaksınız” meâlinde Peygamber’e yöneltilen hitapta kavim için zikr olma
keyfiyetini: “Bir kimsenin haddesenî ebî an ceddî demesidir” şeklinde tefsir
etmiştir. Bkz. Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, II/226; Kurtubî, Ebû Abdillâh
Muhammed, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire 1372, XVI/93; Mâverdî ve
Sa’lebî’nin tefsirlerinden naklen. Krş. Sa’lebî, Ebû İshâk Ahmed (ö. 427/1036),
el-Keşf ve’l-Beyân an Tefsîri’l-Kur’ân, Süleymaniye Ktp. Veliyyüddin
Efendi Böl., no. 4109, varak. 1275b; Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali (ö. 450/1058), en-Nüketü
ve’l-Uyûn (Tefsîru’l-Mâverdî), Beyrut 1992, V/227. Mâlik ile Ebû Yûsuf
arasında geçen bir konuşmadan da aynı neticeyi çıkarmamız mümkündür. Ebû Yûsuf
şöyle sorar: “Yanınızda Nebî (s.a.v.)’den gelen bir hadis olmadığı halde tercî’
ile ezan okuyorsunuz öyle mi?”. (Tercî’: Dört tekbirden ve kısık sesle ikişer
kere şehâdetleri okuduktan sonra yeniden başa dönerek yüksek sesle şehâdetleri
ikişer kere daha okumaktır. Bkz. İbn Abdilberr, et-Temhîd, Mağrib 1387,
XXIV/28). Mâlik ona dönerek: “Yâ Sübhânallah! Bundan daha acaip bir şey
görmedim. Herkesin gözü önünde her gün beş kere ezan okunuyor ve bunu çocuklar
babalarından, Rasûlullah’tan zamanımıza kadar tevârüs etmişler. Artık bu konuda
fülân an fülân’a gerek mi var?... Bu şuyû bulmuş haber, bize göre hadisten daha
sağlamdır” der. Bkz. Kadı Iyâz, Tertîbü’l-Medârik ve Takrîbü’l-Mesâlik,
Beyrut-Libya 1967, I/224. Hollandalı müsteşrik G. H. A. Juynboll, “Early
Islamic Society As Reflected in Its Use of Isnads (İlk Devir İslam Toplumunun
İsnad Kullanma Yöntemleri)” isimli makalesinde “Aile İsnadları (Family
Isnads)”na ayırdığı alt başlıkta meseleye tamamen ters bir açıdan yaklaşmakta,
aile isnadına sahip evlatların sorgulanamayacağı önyargısından hareketle, bu isnadların
“ilk müşterek ravi” eliyle uydurulduğunu iddia etmekte ve daha önce bu tür
isnadların değersizliğini savunan Alman müsteşrik J. Schacht’ın görüşlerine
aynen katılmaktadır. Bkz. Oryantalistik Hadis Araştırmaları – Makaleler
(Juynboll’e ait beş ayrı makalenin toplu çevirisi: Mustafa Ertürk), Ankara
2001, s. 94 vd. Oysa yukarıda İmam Mâlik’ten yaptığımız alıntılar ve aklî
istidlâl çerçevesinde aile isnâdının, İslâm’ın vaz’ettiği bütün hayâtî
prensiplerin sonraki nesillere intikâli için olmazsa-olmaz bir şart olduğunu
düşünmemiz kaçınılmazdır. Bununla birlikte musannefâtta kayda geçmiş bu tür
isnadlar arasında muhaddisler tarafından kabul görmeyenler de vardır. Bkz.
A’zamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet, s. 236 vd. (A’zamî konunun devamında
“müşterek ravi” kavramını da ele alarak Schacht’ın öne sürdüğü delilleri
çürütmektedir). Juynboll aile isnadları arasında özellikle Amr b. Şuayb’ın
dedesinden aktardığı nüshaya temas ederek, oradaki hukûkî hadislerin tümünün
hayal ürünü olduğunu iddia eder. Bu hadislerin başka bazı sahâbîlerin
rivayetleri arasında da bulunup bulunmadığına bakarak sağlamasını yapmaya gerek
görmeden acele karar vermekle kalmaz, Amr’dan sonraki raviler arasında İmam
Mâlik’in de yer almış olmasını fırsat bilerek sözkonusu sahîfeye ait uydurma isnad
zincirini Mâlik’in yaygınlaştırdığını öne sürer. Daha önce 10 no’lu paragrafta
Amr’ın nüshasını savunmak için müstakil bir cüz te’lif ettiğini söylediğimiz
İbn Keykeldî ise, Mâlik’in Muvatta’da Amr’ın aile isnadından hadis nakletmesini
bu nüshanın sahihliğine delil kabul ederek, oryantalist bakış açısının tam
zıddına hüküm vermiştir. Bkz. Süyûtî, Tedrîbü’r-Râvî, II/227. Biz örnek
olarak sadece 59 no’lu dipnotta (Oryantalistik Hadis Araştırmaları, s.
96) Muvatta II/978 (no. 1764)’den nakledilen hadise baktığımızda bile,
Juynboll’ün Amr’ın nüshasındaki hadis metinleri için mütâbî’ ve şâhid arama
zahmetine girmeyişinin nedenini anlamakta gecikmeyiz. Zira Hâkim’in işaret
ettiği üzere, “er-Râkibü şeytânün...” hadisinin Ebû Hureyre’den çok yakın
lafızla gelen şâhidi mevcuttur. Bkz. Müstedrek, II/102 [112]. Ayrıca Amr
b. Şuayb’ın ravisi Abdurrahman b. Harmele’nin Saîd b. el-Müseyyeb’den mürsel
olarak naklettiği bir başka rivayet ile, Abdullah b. Ömer’den gelen bir diğer
rivayet hadisin anlamını desteklemektedir. Bkz. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ,
V/257 [421]. Juynboll devamla Mâlik’in Amr dışındaki aile isnadlarının (örneğin
mevlâ Nâfi’ < Abdullah b. Ömer) başında/sonunda isminin geçtiğinden,
ravilerinin rical kaynaklarına bakıldığında bütünüyle meçhul olduklarından sözeder.
Meçhul ravilerle Nafî’den gelen hadisleri kastediyorsa, bunların hiçbirinde
bilinmeyen bir ravi yoktur. Yok eğer Muvatta’da (II/609) Amr b. Şuayb’dan
nakledilen Urbân (kaporalı) satışının nehyine dair hadisi kastediyorsa; bu
hadisin senedinde Mâlik ile Amr arasında “ona göre sika olan biri” denilerek
müphem bırakılan ravi, İbn Abdilberr’in kendi tarikleriyle ortaya koyduğuna
göre, ya Abdullah b. Lehîa veya (daha zayıf bir ihtimalle) Abdullah b. Âmir
el-Eslemî’dir. Bkz. et-Temhîd, XXIV/176-178. Hadislerin naklinde
köşetaşı olarak bilinen muhaddisleri tahkir için aile isnadını bahane eden
Juynboll, aynı konuyla ilgili olarak düştüğü 61 no’lu dipnotta (s. 97) Ahmed b.
Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvud, Hammâd b. Seleme, Zührî ve Buhârî’nin de benzeri
aile isnadlarının uydurucusu olduklarını iddia eder. Juynboll’ün gerek adı
geçen makalede aile isnadları ile ilgili diğer iddiaları, gerekse “Muslim
Tradition” adlı eserinden sayın Hayri Kırbaşoğlu’nun hiçbir tenkide tabi
tutmadan “İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi”ne aldığı bazı tespit ve
tezleri, tarafımızdan cümle cümle mercek altına alınmış olup nasipse bir başka
vesileyle okuyucunun karşısına çıkacaktır.
[108] “Tevakkuf”u, Mu’tezilî âlim Câhız (ö. 255/869)’ın, hocası Ebû
İshâk en-Nazzâm (ö. 160/777)’dan naklettiği bir anekdottan hareketle; “ilk
bakışta anlam verilemeyen bir hadis metnini, bir başkasının
anlamlandırabileceği ihtimaline karşı reddetmemek” şeklinde tarif edebiliriz.
Ebû İshâk şöyle demiştir: “Henüz küçük yaşta iken, Hz. Peygamber’in ‘kırbanın ağzını dışa doğru kıvırarak (ve kaba
dökmeden ağız dayayarak) su içmekten nehyettiğini’ (Buhârî, Eşribe 23, VI/250)
duymuştum. ‘Bu hadiste bir gariplik var; kırbanın ağzından içmekte ne ola ki
böyle bir nehiy gelmiş?’ diyordum. Nihayet günün birinde, kırbanın ağzından su
içen bir adamı bir yılanın soktuğu; yılanların kırba ağızlarına girdikleri
haberi duyuldu. Anladım ki, te’vîlini bilmediğim her hadisin, ben bilmesem de
bir izah tarzı vardır”. Bkz. el-Câhız, Ebû Osmân Amr b. Bahr, Kitâbü’l-Hayevân,
Mısır 1966, IV/267. Konuyla ilgili bir haber için bkz. http://www.milliyet.com.tr/2005/09/12/son/sontur09.html
[109] Bkz. Beğavî, Ebû
Muhammed el-Hüseyn, Mesâbîhu’s-Sünne, Beyrut 1987, I/110.
[110] Senedi hakkında
malumat edinemediğimiz habere göre Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Eddib sığâra
beytike bi lisânike ale’s-salâti ve’t-tuhûr. Fe izâ beleğû aşra sinîne fa’drib
ve lâ tücâviz selâsen” (Evindeki küçükleri namaz ve tahâret hakkında dilinle
terbiye et. On yaşına geldikleri vakit üç kereyi geçmeyecek şekilde döv!). Bu
tavsiyede darbın “üç” defayla sınırlanmış olması, daha önce 103 no’lu dipnotta
zikrettiğimiz Mirdâs ve Abdullah b. Amr hadislerine uygunluk arzetmektedir.
Baskı yeri ve tarihini bilemediğimiz ancak “Merkezü’r-Risâle” tarafından
neşredildiği belirtilen “Terbiyetü’t-Tıfl fi’l-İslâm” adlı internette
yayınlanan bu kitapta (s. 103), sened verilmeksizin “kâle rasûlullah” denilerek
şu mealde iki hadis daha nakledilmiştir: “Yedi yaşına geldiklerinde
çocuklarınıza namazı emrediniz. Dokuz yaşına geldiklerinde ise, namazı terketmeleri
halinde onları dövünüz”. Dövme sınırını dokuz yaşa indiren bu hadisten önceki
cümle şöyledir: “İslâmî eğitim metodu, ibadetlere alıştırma konusunda
çocukların yaşlarıyla mütenâsip ve onların aklî-bedenî kudretlerini gözeten
temel kurallar koymakla başlar. Nitekim namaz eğitimi hakkında Allah Rasûlü
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur:..”. Bkz.
http://www.amal-movement.com/akida/tarbia/tarbia4.html. İlk haberin kaynağı:
Hüseyn b. Verrâm b. Ebî Firâs, Tenbîhü’l-Havâtır ve Nüzhetü’n-Nevâzır,
Dâru’t-Teâruf ts., s. 390. Diğer iki hadisin kaynakları: Muhammed Bâkır b.
Muhammed Takî b. Maksûd Ali Meclisî (ö. 1110/1698), Bihâru’l-Envâri’l-Câmia
li Düreri Ahbâri’l-Eimmeti’l-Ethâr, Beyrut 1983, CI/98; Hüseyn b. Mirza
Muhammed Takî en-Nûrî et-Tabersî (ö. 1320/1902), Müstedrekü’l-Vesâil, ?
1991, II/624. (DİA kütüphane kayıtlarından öğrendiğimize göre ilk eser 110
ciltten müteşekkildir. İkinci eser ise, Muhammed b. Hasen b. Ali Hürr el-Âmilî
el-Meşgarî (ö. 1104/1693)’nin fıkıh bablarına göre tertip ettiği “Tafsîlü Vesâili’ş-Şîa
ilâ Tahsîli Mesâili’ş-Şerîa” adlı yirmi ciltlik kitabının müstedreki olup
onsekiz cilttir).
[111] el-Müdevvene’de,
“Sahnûn (ö. 240/854) < İbn Vehb (ö. 199/815) < birden fazla ravi (an
ğayri vâhid) < Abdullah b. Amr b. el-Âs ve Sebre el-Cühenî” tarîkiyle namaz
eğitimi hakkındaki hadis zikredilmekte ve delil olarak kullanılmaktadır. Bkz.
el-Müdevvene, I/191. Sahnûn’un Mâlikî fıkhını kırkbin meselede biraraya
getirdiği bu eserin, İmam Mâlik’in Mısırlı talebesi İbnü’l-Kâsım (ö.
191/807)’ın kontrolünden geçtiğini hatırlatalım.
[112] Muhammed Enver Şah
el-Keşmîrî (ö. 1934), “Feydu’l-Bârî alâ Sahîhi’l-Buhârî” adlı ders notlarında
(III/409), karinelerle sıhhati belirlenmiş ve amel’le de desteklenmiş bir
hadisin, sadece bir ravinin zayıflığı yüzünden terkedilmesinin doğru bir yöntem
olmadığını izah mahiyetinde, “Lâ vasıyyete li vâris” hadisi münasebetiyle şöyle
der: “İsnad tutkunlarına ağır da gelse bence en makbul olan, bir hadisin
amel’le te’yid edildiği zaman zayıflık hâlinden kabul mertebesine yükselmesidir...
Bana göre vâkıaya/olguya itibar etmek, kavâid üzere yürümekten evlâdır.
Kurallar, dışarıdan bakmakla durumu doğru şekilde anlaşılamayan şeyler hakkında
hüküm vermek için konulmuştur”. Bkz. Leknevî, el-Ecvibetü’l-Fâdıle, s.
237.
[113] Sıhhati üzerinde
ihtilâf edilen bu hadis, Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Râhûye, Bezzâr, Ebû Dâvud,
Ukaylî, İbn Adiyy, İbn Şâhîn, Ebû Ali en-Nişapurî, Hâkim en-Nişapurî, Beyhakî,
İbnü’l-Cevzî, İbnü’s-Salâh ve Nevevî gibi çok sayıda alim tarafından “zayıf”
addedilirken, İbnü’l-Kattân, Mizzî, Zerkeşî, Irâkî ve Sehâvî’ye göre
“hasen”dir. Ancak Süyûtî, birbirini destekleyen zayıf-hasen tarîkleri sayesinde
onun “sahîh li ğayrihî” derecesine yükseldiğini müstakil bir cüz’de savunarak,
din eğitimi açısından önemli ve vazgeçilmez değerdeki bir rivayeti layık olduğu
yere yerleştirmiştir. Onun takip ettiği bu yöntem, hadislerin sıhhat
tartışmalarında gözden kaçırılmaması gereken önemli bir prensibe vurgu yapar.
Bkz. Bedî’ es-Seyyid el-Lahhâm, el-İmâmü’l-Hâfız Celâlüddîn es-Süyûtî ve
Cühûdühû fi’l-Hadîsi ve Ulûmih, Dımeşk 1994, s. 467-473.
[114] Hz. Süleyman (m.ö.
985-932/920)’dan nakledilen “meseller” arasında yeralan otuz “hikmet”in
onikincisi şöyledir: “Lâ temna’i’t-te’dîbe ani’l-veled / Fe in darabtehû
bi’l-asâ lâ yemûtü / Tadribuhû bi asa’t-te’dîb / Fe tünkızü min âlemi’l-emvâti
hayâtehû” (Çocuktan terbiyeyi esirgeme / Onu değnekle döversen ölmez / Te’dîb
değneğiyle döversin / Böylece ölüler diyarından [Cehennemden] hayâtını
kurtarırsın). Bkz. el-Kitâbü’l-Mukaddes, Cem’iyyetü’l-Kitâbi’l-Mukaddes,
Lübnan 1995, el-Emsâl 23/13-14, s. 815. Krş. el-Emsâl, 13/24, 19/18, 22/6,15,
29/15. Ayrıca bkz. The Interpreter’s Bible, USA 1955, IV/907; tefsir ve
şerh: Charles T. Fritsch, Rolland W. Schloerb. (Bu sözleri savunan ya da farklı
yorumlayan yazılar için bkz. http://www.wayoflife.org/fbns/dad.htm, http://akadad.bizland.com/rps/spank.htm,
http://www.spring-ni.com/title7l.htm, http://www. gentlemothering.com/articles/laurie/gcmguidance4.html)
Ahd-i Atîk’deki bu hikmetlerin söylenişinden ikibin sene sonra, ünlü Hanefî
fakihi Abdülaziz b. Ahmed el-Buhârî (ö. 730/1330), Pezdevî’nin Usûl’ünü
şerhederken şu beyti nakleder: “Eddib benîke izâ mâ’stevcebû edeben /
Fe’d-darbu enfeu ahyânen mine’n-nedemi” (Çocuklarını edebi hakettikleri zaman
terbiye et / Dövmek bazen nedâmet getirmekten iyidir). Bkz. Keşfü’l-Esrâr
(Şerhu Usûli’l-Pezdevî), Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî ts., IV/254.
[115] Bu süre zarfında her
gün beş vakit namaz için birer kez teşvikte bulunulduğunu farzedersek, toplam
sayı; 5x365x3=5475 olur.
[116] Bu iki problem alanına,
anlayış ve pozisyonların tarihsel farklılığını hesaba katmadan rivayete
yaklaşmış olmanın taşıdığı riski dahil etmiyoruz.
[117] Hatta belki şekil
olarak uyum anlamındaki “teşebbüh/muvâfaka”dan bile bahsedemeyiz. Bu
kavramların izahı için bkz. Basrî, Ebu’l-Hüseyn, el-Mu’temed, Beyrut
1403, I/343-345; Âmidî, Ebu’l-Hasen Ali, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm,
Beyrut 1404, I/226-227, Halebî, İbn Emîr el-Hâc el-Hanefî, Kitâbü’t-Takrîr
ve’t-Tahbîr, Beyrut 1996, II/404.
[118] Nitekim hadisin en
meşhur üç tarîkinin, üç ayrı sahâbînin çocukları ve torunları yoluyla
nakledilmiş bir “aile hadisi” olduğunu yeniden hatırlatmalıyız.